Mülteci; ltica eden, sığınan demektir. İltica ise; himaye istemek demektir. Ülkelerindeki iç savaştan, savaştan, varil bombalarından, uçak taarruz ve bombardımanlarından, toplu katliamlardan, katilliklerden, caniliklerden, ırk ve mezhep çatışmalarından, kardeş kavgasından, bebekleri ve çocukları bile öldüren zalimin/zalimlerin zulmünden bize/güvenilir ülkelere sığınanlara mülteci diyoruz. Tarihin her döneminde buna benzer cereyanlar olmuştur, olmaktadır ve olmaya da devam edecektir. Demek ki bu, her milletin, halkın, zümrenin, cemiyetin veya kişinin başına gelebilecek bir durumdur. Böyle bir durumda her mülteci; evvela kendi inançlarına, kültürüne, hayat tarzına uygun bir ülkeyi seçmek ister. “Bülbülü altın kafese koysalar, ‘ah vatanım, ah vatanım der.’” mecazına uygun olarak da, geri dönmeyi her daim düşüneceği için, yolu en kolay ve en yakın ülkeyi tercih eder. Kendimizi bir mültecinin yerine koyup empati kurarak, “Nereye, kime iltica edelim?” diye düşünsek; biz de tercihimizi aynı mülahazalarla yapmaz mıyız? Lakin, ülkemizde maalesef; empati kurmaktan aciz, peşin hükümlü, kendisini aydın zanneden, esas aydınlara yaklaşımı deve kuşu misali olan; kendisi gibi düşünmeyen ve inanmayan, kendisi gibi giyinmeyen ve kendi ideolojisini/fikriyatını benimsemeyenleri hâkir görme cüreti gösteren, insânî hakikatlerden bihaber olan bir zümre var. Hep birlikte görüyoruz ki, Ülkemizi sadece kendilerine ait bir ülke olarak gören bu kesim; biz kurduk, biz yönetiriz, biz ne dersek o olacak, bu yolda bayağı mesafe katettik, filan taraftan gelselerdi bu mültecilere anlayış gösterirdik, ama onlar güneyden geldiler, şimdi bunlar bizim katettiğimiz mesafeye zarar verebilirler, gibi endişeler ve korkular içindedirler. Onlara diyorum ki; bu ülke ecdadımızın ve şehitlerimizin bize bıraktığı birlikte kurduğumuz bir vatandır. Endişe ve korkularınız yersizdir. İnsanlık âlemine at gözlüğüyle bakmaktan, panikten ve titremekten vazgeçin. İnsaniyet, vicdan, merhamet, sevgi, saygı, hoşgörü gibi ulvî duyguları, fıtratınızın tozlu raflarından indirin ve icra edin. Böylece, bu kasıtlı veya kasıtsız menfî tavır ve davranışlarınızdan, konuşma ve yazılarınızdan da vazgeçersiniz. Çoğunluğu kadın/kız/bayan ve çocuk, ihtiyar olan bu mülteciler için “ülkemize doldular, doldurdunuz, kaçtılar” gibi kaba saba, nezaketsiz, medeniyetten yoksun, büyük laflar etmeyin. Onların birer taş parçası, eşya, malzeme olmadığını, her birinin birer insan olduğunu ve bu sebeple de çok kıymetli olduğunu sakın unutmayın. Tanımadığınız, yakından görmediğiniz, konuşmadığınız, konuşturup dinlemediğiniz, inançlarını, kâbiliyetlerini, içindeki insanî cevheri ve muhabbeti, fikir ürünlerini keşfetmediğiniz insanlara karşı peşin hükümlü olmayın. “Bana oy vermezler, onlara oy verirler; bunlara vatandaşlık hakkı verilirse, filan bölgeye yerleştirilirlerse şunlar rahatsız olur, ötekiler mutlu olur; rant peşindeler, satılmayan evleri satmak için…; ırkı şöyle, mezhebi böyle…” gibi, akla mantığa ve değerlerimize uygun olmayan; düşünmeden kasıtlı veya kasıtsız konuşmalar yapmayın, yazılar yazmayın. Çünkü bu tarzınız sizi sevenleri bile sizden soğutuyor, üzüyor, “oylarınız” giderek azalıyor, farkında değilsiniz. Üstelik bu mültecilerin çoğu ile Osmanlı ve Hatta Selçuklu Dönemine kadar uzanan tarihî, kültürel ve akrabalık bağlarımız da var. Ve zaten Türkiye Cumhuriyeti Devleti, mültecileri ile alakalı köklü ve sağlam bir tecrübeye sahip. Mültecilerin kimlikleri, aile ve hatta meslekleriyle ilgili de gerekli kayıtlar tutulmakta; barınma ve iaşe ihtiyaçları karşılanmakta; sağlık, psikolojik danışmanlık, rehberlik, eğitim ve öğretim hizmetleri de verilmektedir. Ayrıca mültecilerle ilgilenen, hem Dünya çapında ve hem de Devletimiz bünyesinde yüksek seviyede ve buna bağlı olarak da her şehrimizde Valiliklere bağlı olarak da resmî kurumlar, mevzuat ve mevzuatlarda bunlarla ilgili hükümler de var. Geçtiğimiz 20 Haziran 2016 günü “Dünya Mülteciler Günü” kutlandı. Bu törende Suriyeli ve Iraklılarla birlikte iftar yapan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, buradaki konuşmasında özetle, “Bizim kültürümüzde misafir berekettir, şereftir, sevinçtir. Sizler bize bereket getirdiniz, varlığınızla şeref kattınız”, “Hiçbir mağduru, mazlumu zalimin pençesine terk etmedik, etmeyeceğiz.” ve benzeri konuşmalar yaparak, şahsının ve bu necip milletin, değerlerine ve kültürüne ne kadar bağlı olduğunu, dünyaya bir kere daha duyurmuştur. Ayrıca Birleşmiş Milletlerin tertiplediği, “Dünya İnsânî Zirvesi” adıyla, yani dünya çapında en yüksek seviyede bir toplantı düzenlendi. Bu büyük toplantıya Türkiye’nin ev sahipliği yapmış olması elbette ki tesadüfi değildir. Adeta Dünya mazlumlarının, mağdurlarının ve kimsesizlerinin hem milletler ve dindaşlık bazında ve hem de fertler bazında yegâne umudu ve lideri konumunda oluşumuzun, bu ev sahipliğimizde çok mühim bir rolü vardır. Allah’ın yardımı ve inayetiyle son yıllarda gittikçe sıklaşan bir şekilde, genellikle ilk’leri ve en’leri icra eden Devletimizin, İdarecilerimizin merhameti ve tesiriyle, bu gaye ile olacak ki, Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı bu zirveye 60 devletin doğrudan iştirak ettiği, 120 devletin temsilci bulundurduğu, 193 üyeli Birleşmiş Milletlerin 180 üyesinin devlet veya hükûmet başkanının yahut bakan seviyesinde vb. temsilcinin katıldığı bilgisi, haber neşriyatında yer aldı. Günümüz dünyasının sosyal manzarası hiç de iç açıcı değil. Bir tarafta zengin ülkeler obezite ile mücadele ederken, diğer tarafta açlıktan ölen milyonlarca çocuk/kadın/insan manzaraları. Bir tarafta sürekli savunma sanayiine yatırım yapan, özellikle Batı Asya’nın ortasında, tilkilere bile pes dedirtecek savaş taktikleri ve fitne mühendislikleriyle bizim de içinde bulunduğumuz bu bölgeyi kan ve gözyaşına bulayan ve bunu üstünlük ve kudret zanneden, sözüm ona gelişmiş ülkeler ve onların câhil kâtilleri; diğer tarafta, bunların tuzak ve zulümleriyle perişan olmuş mazlumlara sahip çıkmaya, onların maddî ve manevî yaralarını sarmaya çalışan ülkeler ve onların erdemli merhametli milletleri ve devlet adamlarının sergilediği insânî manzaralar. Bütün bu menfî gidişata ve acıya rağmen, süratle değişen dünyaya, özellikle teknoloji, siyaset ve strateji/sevkulceyş alanlarında ziyadesiyle ayak uydurabilen ve her alanda 79 milyon insanıyla hızla kalkınan milletimiz ve devletimiz; hem dâhilî ve hâricî hasımlarıyla ve düşmanlarıyla mücadele etmekte, hem mazlumların imdadına yetişmeye çalışmakta ve hem de süratle kalkınmaya devam etmektedir. Bu hiç de kolay bir iş değildir. İnsânî dik duruşumuzun teminatı, dinî/millî birlik şuurumuzdur ve bu manada en çok sahip çıkmamız ve daha da pekiştirmemiz gereken de, bu manâda aidiyet ve mesuliyet duygumuzdur. Bütün bu cömertliklere ve harcamalara, terörle ve teröristlerle mücadeleye rağmen; her alanda ilerlemeye devam ediyor olmamızın izahı: Allah’ın, “Zerre kadar iyilik yapan da, zerre kadar kötülük yapan da, hem bu dünyada ve hem de âhiret hayatında mutlaka karşılığını görecektir.” şeklindeki vaadinde vardır. Zulme ve acılara sessiz kalamayacak, İslâmî, dolayısıyla insânî algı ve aidiyet duygusuna ve bu mânâda mensubiyet şuuruna sahip erdemli ve basiretli çalışkan insanların ve devlet adamlarının sayılarının her geçen gün artırılabilmesi, aynı zamanda bir terbiye/eğitim meselesidir. Bu meselenin halline ailede başlanmalı, okullar bu terbiyenin besleyicisi ve geliştiricisi olmalıdır. Öyle caddede, camide veya başka mahallerde görülenleri veya duyulan münferit veya provokatif hadiseleri malzeme yaparak, genelleyerek bu mazlum ve muhtaç insanlar üzerinden siyaset yapmak ayıptır ve günahtır.