?>
TOPLUMUMUZ, DEĞERLERİMİZ DEĞİŞİYOR...
ESKİLERİ ÖZLÜYORUZ
Öyle güzel günler özlenmez mi?- Buyurunuz, perde açılıyor...
Kazandıklarımız mı, önemli? Eskiden çok şeye sahip değildik... Az şeye sahip olsak da mutlu idik. Çünkü çocuktuk, gençtik... İmkânlarımız sınırlı, bütçelerimiz dardı. Amma kocaman, kocaman yüreğimiz vardı. Sevgi dolu idi. O sevgi bazen dolan havuz misali taşardı. Gönüllere sığmazdı...
Kaybettiklerimiz mi? Önemli siz karar verin... ŞİMDİLERDE KOMŞU, yan komşuyu tanımıyor... İNSANLAR selamı, kesti. Hayatımızı güzelleştiren, Çok değer yargımız hayatımızın alanlarını terk etti. O kavramlar sanki bize küstü...
Ne değişti, neden böyle olduk! Sorularının, cevabını arıyoruz.
Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı. Okuldan eve geldiğimde; boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım. Hatta Babamın bile anahtarı yoktu. Anahtarlar, gerektiğinde; komşulara bırakılırdı. Eğer anneniz, bir yere gidecek olursa; komşusuna sizi emanet ederdi. Kimi büyük hanımlar, mahallenin her işine koşardı. Pratik hayatın tüm uygulamalarına vakıf olduğu için; mahalleli, ondan yardım isterdi. Abiler, Baba yarısı, ablalar Anne yarısı olarak; bilinirdi. Çünkü anneler evin bütün yükünü çekerdi. Üstelik çocukların sevgi dayanağı idi. Asıl yük onun omuzunda idi. Şimdiki kadınların çalışma için harcadıklarını enerjinin iki mislini harcardı.
Hele bir de çeşme uzak ise, üstelik çamaşır leğende yıkanıyor ise; dayan gücüm, kuvvetim dayan, halini yaşarlardı. Evlerin direkleri idiler...
O, malum annelerden birisi benim annemdi. Hatta gönüllü ebelik yapardı. Darda kalanların, kurtarıcısı idi. Nur içinde yatsın. Çok çocuğun, ebesi olduğunu söylerdi. Geceleri evimizden; annemin, apar, topar götürüldüğünü bilirim. Hem yol gösteren, hem yara saran, hem bilgelik yapan birisi idi. Kırsaldan gelenlerin hastane rehberliğini yapardı...
Babam, sanki bir işverendi, Yaz mevsimi, işe girmek isteyenlerin uğrak yeri; bizim ev olurdu. Sonradan, Yollarda, rastladığımız bazı insanlar; bu iş bulma konusunda kendisine yardımcı olduğu için; Babamı hep rahmetle anarlardı.
Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi. Her zaman hazır, nazır bir candı. Onun sıcacık bir sarılması; tüm yorgunluğumuzu unuttururdu. Uzun okul yolculukları sonrası; önümüze konan, yiyecekleri; şikâyet etmeden yerdik. Beğenmemezlik etmezdik. En büyük ödülümüz; iki bisküvi arası, lokum idi.
Her yere birlikte giderdik, zaten; öyle çok da gidilecek bir yer yoktu... Ancak, gidilecek yerleri çok iyi bilirdi.
En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı. Top bulmak ne mümkün? Kimi zaman; çaputtan toplar diker, oynardık. Olsun çok mutluyduk, çok...
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı. Oyuncaklarımız; Çember, topaç, âşık, cıncık, met, taş, dama ve akıl oyunları idi. Arkadaşlarımızla, oyun mahallerinde buluşurduk. En güçlü muhabbetler, arkadaşlıklar, buralarda oluşurdu. Akşama doğru evlerin önünde, sokak aralarında mantis dumanlarını hiç soludun mu? Atölye borusu bir devrin bitişini, bir devrin başlangıcını haber verirdi. Birilerine... Bayanlar o saatten önce evinde olurlardı...
Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik. Servis, otobüs, falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi. Ayakkabılarımız; kara lastik, naylon ayakkabı idi. İskarpin denen ayakkabı, öyle herkeste bulunmaz. Ütülü elbiseleri, yeni giyecekleri, pabuçları ancak, bayramlarda görürdük. O nedenle; Bayramlar, çok önemliydi. Yaşanan her anı, unutulmazdı.
Okuldan dönüşlerimizde, hemen durak yerimiz, oyun alanları idi. Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık. Kışın O, çantaları; kızak yapar, onlarla karın üstünde kayardık... Buz gibi soğuklarda, kartopu oynamak bir zevkti. Kar yağışını bereket bilir, Kâbus, Facia, diye adlandırmazdık. Hele ucunda çan, olan balıksırtı altına yerleştirilmiş olan kızağın varsa; mahallenin en afilisi olurdun.
Oyun oynamak, en büyük zevkimiz. Öyle kurs, falan bilmezdik. Ders çalışacak, özel odalarımız da yoktu. Sokağa çıktığımız zaman; Açlık nedir, bilmezdik. Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere, ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi. Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi. Susayınca girer evlerine su içerdik. Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik. Kısacası evine gidip gelen elinde mutlaka yiyecekle dönerdi. Kimi Komşularımız, Ailemiz gibiydi. Evleri, sanki evlerimizdi. Yabancılık çekmezdik.
Anneleri orada; oynayan çocuklarına, verdiği şeyden bizlere de gönderirdi. Paylaşmak, bölüşmek erdemdi. Paylaşmayan, bölüşmeyen ayıplanırdı.
Mahallenin büyükleri abimizdi. Yeri gelince; bizleri, korur, gözetilirdi. Hatta, mahalle dışında gördükleri zaman; hemen mahalleye geri dönmemiz konusunda, ısrarcı olurlardı. Gitmekte zorlanan arkadaşlarımıza kızar, hatta kovarlardı. Sokağa gelen yiyecekler; Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve, ekmeğin içerisine sürülmüş çeşitli yiyecekler olurdu.
Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık. Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi. Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...
Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmaz. Mahallelerin, hatırı sayılır büyükleri vardı. Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz, onlar nedir bilmezdik. Asla kanla falan da bitmezdi. Büyükler araya girer, kavga edenleri ayıplarlardı.
Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık. Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık. Azar işitip, acillere taşınmazdık.
Yazın CAMİLERİMİZ, Kuran kursu olma özelliğini korurdu. Çocuklar hem Kuran Öğrenir hem de arkadaşlıklarını, dostluklarını oralarda devam ettirirlerdi. Bu kurslarda yıllar sonra iki yıl İHL öğrencilik yıllarımda yaz boyu Kütüklü Camiinde, hocalık yapmıştım.
Sinema paralarını ucun, ucuna birleştirerek, denkleştirir dik. En büyük lüksümüz, sinemaya gitmekti. Teksas, Karaoğlan gibi, macera dergilerini; Esen sinemasının yanında para ile kiralayarak, okurduk
Taş plağın gramofonun, ne olduğunu komşumuzda görmüştüm. Üstten gelen plakların sırasıyla, aşağıya inerek; üzerindeki şarkı ve türküleri söyleten, pikap denen aleti; Rahmetli Mahmut Amcanın evinde tanımıştım. Plakların söylediği nameleri, orada duymuştum. Girer, çıkar dinlerdik. Söylenenlere, eşlik ederdik. Evimiz gibiydi.
Oyun oynarken, Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza. Yahut çok kötü ise; et koyarlardı, sararlardı. Oyuna devam ederdik. En büyük zevkimiz; futbol maçlarından sonra ILICA gazozu içmekti. Mahalle turnuvalarımız; amatör maçlardan daha fazla ilgi çekerdi. STADYUMUN Kenarında oturan; O, mahallenin çocukları olarak; saha kenarlarında bekler maç yapacak takımların eksik kadrolarını tamamlardık.
Oluşan sakatlıklarda; Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik. Ben şimdi bizim çocukluğumuzu çok özledim.
Şimdi, Sokaklarımız, sanki huysuzlaştı. Yaşanan onca, mutlu tablolar; yok oldu. Neşe ve sevinç mekânları aranır oldu.
Aileler, çok nadir de olsa; Yazın, yazlık sinemalara giderdi. Zamanın filmleri genelde, acıklı sahnelerle dolu olduğu için; Kimi gurbetteki yakınlarını hatırlar, kimi sevdiklerini özler, kimi askerdeki çocuğunu, Almanya'daki yakınını anardı. Kısacası bir şeyler bahane edilerek; gözyaşları ile seyredilirdi. Seyredilen filmler, seyretmeyenlere; ballandıra, ballandıra diğerlerine, anlatılırdı.
Evimizi kendimiz temizlerdik, hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri. Kış hazırlıkları, mahalle sakinleri ile; ortaklaşa yapılırdı. Turşular, erişteler, salçalar, kuskus, kavurmalar; hep imece usulü yapılırdı. Peynirler, yağlar, tenekelerle alınırdı. Bunun için; yolculuklar yapılırdı. Patatesler, soğanlar, çuvallarla depolanıyor. Yazlık kimi sebzeler; evin duvarlarına asılarak, güneşte kurutulurdu. Komşulara gelen kışlık yakacaklar, imece usulü ile; kömürlüklere yerleştirilirdi. Böylece kışa hazırlanırdı. Komşular, birbirlerinden haberdar olurdu. Her konuda birbirlerine yardımcı olunurdu. Garip, guraba korunurdu. Kederde ve sevinçte birliktelik; sıradan şeylerdi.
Şimdi ise;
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok. Amma her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, canlı, ışıl vitrinler, ortalarda gezinen insanlar... Ruhsuz bedenler gibi, şehrin caddelerinde boy gösteriyorlar. İnsanlar, Allah'ın selamını bile; birbirine vermekten çekinir hale gelmiştir. Görünmeyen bir güç; sanki onları, birbirinden ayırmaktadır.
Ruh yok, buz gibiyiz, bu biz değiliz. Tahta iskemleleri, oturakları barındıran, geniş avlular içerisinde hayatını devam ettiren, Büyük aileler yok olmuş. O, Büyük evlerde, avlularda yaşayan yaşlılarımız, yoktur. Onlara dede, nine diye hatırını soran çocuklarımız yok oldu. Yaşlılar huzur evlerine bırakıldı. Çocuklar, kreşlere teslim edildi. Sevgisizlik, aldı başını gidiyor. Hep yalnızlık... hep yalnızlık...
Şu anda kimi insanların özendikleri, hatta oralara gittikleri zaman gururla anlattıkları; kapılarında ' valelerin, korumaların beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir. Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp; taksitini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana. Sımsıcak dostluklarla yaşanan anlar yerine; ''falan beyle, filan yerde yemek yedik'' Muhabbeti de ters gelir.
İsyan ediyorum, benim değildir bu kültür. Ne ruhuma ne bedenime ne de cüzdanıma hitap eder. Sömürü düzeni her şeyi almış götürmüş. Kültür esareti, her yanımızı sarmış. Bize yabancı. Sanki kendi ÜLKEMDE, esir gibiyim. TV ekranları yabancı, giyim kuşam yabancı, yeme alışkanlığımız yabancı, israf almış başını gidiyor. Kutsal olarak bildiğimiz ekmek; çöp tenekelerine mahkum. Ya ben, ben değilim. Ya bütün çevremdeki unsurlar; İşgal kuvvetleri... Siz karar verin... BEN, eski beni arıyorum...
Çok değil, yukarıda sıraladıklarım. Kırk yıl öncesinin gerçekleri ve yaşanmışlıklarıdır. Bugünün gençlerine göre; çok anlamsız gelse de bizim yaşamaktan çok mutlu olduğumuz, zaman dilimleridir. Özlemle anıyoruz...
İmam Hatip Lisesi ilk yıllarında yatılı okuyan arkadaşlarımızı evimizde misafir ederdik. Evci yazdırarak, hafta sonları evimizi, evleri bilirlerdi. Hala dostluklarımız devam ediyor. Çünkü onların bazısı çok uzaklardan Balıkesir'den, Bursa'dan, Amasya'dan Sivas'a okumak için yatılı olarak gelmişlerdi.
Değişim kazandırdı mı? Kaybettirdi mi? Siz karar verin. Gittikçe yalnızlaşan, kimsesiz hale gelen insan; bu yaşadıklarından sizce mutlu mudur? Yıllar öncesinde dillendirilen bir name ile, son verelim.
Şimdi o anıları hafızalarımızda canlandıkça başka bir dünyanın içerisinde yaşandığına inanır gibi oluyoruz...
Hey gidi günler hey...
İşte o haykırış, bir müzik parçasının sözlerinde hayat buluyordu.
''Hadi gelin Fadime’nin, düğününe gidelim.'' Belki kaybettiğimiz tüm değerleri, geri bulabiliriz… Umudunu insanlar anlatmaya çalışıyordu.
Böyle yaşamayı biz mi istedik? Yoksa birileri bize, bunları yaşamaya mecbur mu etti? Derin, derin düşünmek lazım... ÖYLE DEĞİL Mİ GARDAŞ...
YAZARIN DİĞER YAZILARI