Gündem

Muhammet İkbal´in vefatının 79. yılı

Muhammet İkbal´in vefatının 79. yılı

Muhammet İkbal´in vefatının 79. yılı
22-04-2017 06:00


YUNUS BUDAKTAŞ
Muhammed İkbal mutasavvıf bir anne ve babanın oğlu olarak dünyaya geldi. İkbal çocukluk yaşlarından itibaren tam bir Kur´an aşığıydı. Devamlı Kur´an okumakta olduğunu gören babası, ona "Kuran-ı Kerim´i anlamak istiyorsan, sana indiriliyormuş gibi oku" dedi.
EĞİTİM HAYATI
Kur´an eğitimini medresede tamamladıktan sonra, Arapça ve Farsça hocasının yönlendirmesiyle İslam edebiyatıyla ilgilenmeye başladı. Lahor´da yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra Doğu Dilleri Fakültesi´ne hoca olarak tayin edildi. Bu yıllarda Muhammed İkbal´in şiirleri de yayınlanmaya başlandı.
1905´de Londra´daki Chambrich Üniversitesi´nin felsefe ve iktisat bölümünden mezun oldu. Londra´da üç sene kadar kalan İkbal, burada Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi´nde hocalık yaparken, bilhassa Londra´da ilgi görmesine sebep olacak çeşitli İslâmi konularda bir dizi konferans verdi. Yine Londra´da kaldığı müddet içinde hukuk üzerine okuyan İkbal, savcılık diplomasını aldıktan sonra Almanya´ya giderek Münih Üniversitesi´nde felsefe dalında doktora yaptı. Kendisi, Londra´da kaldığı üç yıl içerisinde bir kere bile teheccüt namazını geçirmediğini, en büyük zevkinin de seher vaktinde soğuk suyla abdest almak olduğunu belirtirdi.
1908´de Hindistan´a döndüğünde, yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.
SİYASİ ÇALIŞMALARI
Muhammed İkbal ülkesinin siyasetine de katılmış ve halkını bu konularda yönlendirmişti. Onun bu konudaki düşüncesi ise, "Siyaset; çalışmak, izzet ve şerefe davet etmektir" şeklinde idi.
Müslüman Hintli mücahitler adıyla yazdığı şiirleri Hindistan´daki müslümanların hareketlenerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında ve Pakistan´ın kuruluşunda büyük tesiri olmuştu. Bu yönüyle İkbal M.Akif Ersoy´a da benzetilmiştir.
1932´de uzun süren bir hastalık sonrasında ölümü tebessüm ve rıza ile karşılayan İkbal 21 Nisan 1938´de Allahın rahmetine kavuşmuştur. İşte bu sıralarda İkbal ölümle ilgili olan şu sözleri söylemiştir: "Ölümü ve acıyı mutluluk ile karşılamak, müminin alametlerindendir."
ANA TEMASI "İSLAM"
İkbal yazı ve şiirlerinde müslümanları derinlemesine İslâm´ı öğrenmeye çağırırdı. Çünkü "Müslümanların izzeti ve hürriyeti, İslâm´ın asıl kaynağı olan Kuran ve Sünnet´tedir" diyordu.
Ona göre fert kendisini iyi yetiştirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktır. Eğer hata yaparsa iyi yetişmiş cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda bir şiirinde şöyle diyor:
"Eğer fert bir cemaata mensup olsa tıpkı bir damla iken nehir olur.
Artık onun ruhu, bedeni, açığı ve gizlisi, her şeyi bağlı bulunduğu toplumuna ait olur."
İkbal cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm olduğunu söylerdi. Yine ona göre insanın kendisine güvenmesi ve devamlı olarak nefsini zorluklara karşı kuvvetli olabilecek şekilde hazırlaması kişiye mutluluk vermektedir. Kişinin kendisine güvenmesi konusunda şöyle diyordu:
"Başkalarının nimetlerinden kendi rızkını arama. İsterse güneşin kaynağından gelmiş olsun. Hiç kimseden su bile isteme. Allah´a güven ve çalış. Bu şerefli İslâm ümmetinin yüzünü utandırma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçısı düştü. O, etrafindakilerden hiç birinden kamçısını vermelerini istemeyip, bizzat atından inerek kendisi almıştı."
Pakistan´ın mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, birgün Medîne´den dönen hacıları ziyâret ederek onlara bir müslüman gönlünü sergileyecek şu suâli sorar:
"-Medîne-i Münevvere´yi ziyâret ettiniz! Uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbîhler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Solmayan, gönüllere hayât veren Medîne´nin rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?
İKBAL NELER YAPTI?
İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum, diğer Hintli müslüman aydınlar gibi İkbal´i de İslâm milletlerinin bir rönesans gerçekleştirmesi gerektiği fikrine yöneltti. 1922´de İngiliz yönetimi tarafından kendisine "sir" unvanı verilmişse de bu unvanı kullanmadı. 1926-1929 yılları arasında Pencap Yasama Konseyi üyeliğinde bulundu. 1928-1929´da Madras, Haydarâbâd ve Aligarh üniversitelerinde İslâm düşüncesinin yeniden kurulması üzerine konferanslar verdi. 1930´da Allahâbâd´da gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları Birliği´nin yıllık toplantısına başkanlık etti. Bağımsız Pakistan Devleti´nin kuruluşu yönünde ilk ciddi adım, İkbal´in bu toplantının açılış konuşmasında ortaya koyduğu düşüncelerle atıldı. 1931 yılında yapılan II. Milletlerarası İslâm Konferansı´nda Dünya İslâm Kongresi´nin başkan yardımcılığına getirildi.
Hindistan halkına sınırlı yönetim hürriyeti verilmesi konusunu görüşmek üzere 1931´de Londra´da düzenlenen II. Yuvarlak Masa Konferansı´na İkbal de katıldı ve orada Muhammed Ali Cinnah ile yakın temas içinde bulundu. Dönüşte İtalya ve Mısır´a uğradıktan sonra Filistin´de düzenlenen Dünya İslâm Konseyi toplantısına iştirak etti. 1932 yılında yine Londra´da gerçekleştirilen III. Yuvarlak Masa Konferansı´na katıldı ve toplantının ardından Paris´e giderek Henri Bergson ve Louis Massignon ile görüştü. Buradan İspanya´ya geçen İkbal´in Kurtuba Ulucamii´ni ziyaret etmesi ve güçlükle izin alarak camide namaz kılması onun unutamadığı bir hâtıra oldu, bununla ilgili olarak "Mescid-i Kurtuba" başlıklı şiirini yazdı. İspanya´dan İtalya´ya geçerek Mussolini ile görüştü ve ondan Kuzey Afrika müslümanlarına iyi davranmalarını istedi. 1933´te Afganistan Kralı Nâdir Şah´ın daveti üzerine Süleyman Nedvî ile birlikte Kâbil´e giderek Afganistan´ın idarî sisteminin yeniden düzenlenmesi üzerine temaslarda bulundu.
İkbal 1934´te gırtlak kanserine yakalandı ve sesini kaybetti, daha sonra gözleri de iyice zayıfladı, maddî problemler yaşamaya başladı. Buna rağmen gerek halkının gerekse İslâm âleminin meseleleri ve geleceğiyle ilgisini devam ettirdi. 1937´de, ülkesindeki müslüman halkın en büyük lideri olarak gördüğü Muhammed Ali Cinnah´a, Hindistan müslümanlarının bağımsızlığı ve güvenliği hususundaki görüşlerini içeren bir mektup yazdı. 21 Nisan 1938´de vefat etti ve Lahor´daki Mescid-i Şâhî´nin minaresi dibine defnedildi. Üç evlilik yapan Muhammed İkbal´in ikinci evliliğinden olan oğlu Câvid İkbal, babasının eserlerini ve düşüncelerini tanıtma yönünde önemli çalışmalar yapmaktadır.
MUHAMMED İKBAL´İN
EDEBİ YÖNÜ
İkbal genç yaşta bir şair olarak ülkesinde adını duyurmayı başardı. "Himalaya", "Öksüzün Feryadı", "Kandil ve Kelebek", "Terâne-i Hindî" gibi manzumelerin de içinde bulunduğu çoğu gazel tarzındaki lirik şiirlerinin temel konusu tabiatı, insanı ve tarihiyle Hindistan´dır. Bundan dolayı, vatan sever bir ruh taşıyan şiirler müslümanlar kadar diğer Hintliler arasında da büyük ilgi görmüştür. Edebiyat tenkitçileri İkbal´in ilk dönemdeki şiirlerinde sembolizmin zayıf kaldığını, şairin bu problemi uzun yıllar sonra 1935´te yazdığı Bâl-i Cibrîl ile aştığını kabul ederler.
İkbal´in Avrupa´dan ülkesine dönmesinin ardından yazdığı eserlerde giderek artan bir yoğunlukta dinî ve felsefî konulara girdiği görülür. 1911´de kaleme aldığı "Şikve" ve 1912´de yazdığı "Cevâb-ı Şikve" başlıklı Urduca şiirlerinden sonra şöhretinin doruğuna 1915´te yayımladığı Esrâr-ı ?ôdî adlı uzun mersiyesiyle ulaşmış, bunu Rumûz-i bî-?ôdî takip etmiştir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hayranlığının sonucu olarak Me?nevî-i Manevî tarzında Farsça kaleme aldığı her iki eserde de felsefî konuları işlemesine rağmen duygu yoğunluğunu korumayı başarmıştır. İkbal´in Farsça´ya yönelmesi, hem kendisine daha çok okuyucuya hitap etme imkânı veriyor hem de onu köklü bir gelenekle bütünleştiriyordu. İkbal´in, Goethe´nin divanına (Westoestlicher Divan) bir mukabele sayılan Peyâm-ı Meşrı? adlı manzumesinde yeniden lirizme döndüğü görülür. 1927´de yazdığı Câvidnâme ise onun şaheseri sayılır; Farsça olan eser bir tür manzum dramdır.
İkbal şiirde açık seçikliğin şart olmadığını, hatta şiirdeki muğlak unsurların duygu dünyasını etkilemede yararlı olabileceğini söyler. Fakat onun sanat anlayışını "fonksiyonalizm" şeklinde nitelemek mümkündür. İkbal sanat sanat içindir anlayışını benimsemez. Sanat insana ve topluma hayat vermeli, benliği güçlendirmeli, Mûsâ´nın elindeki asâ gibi bâtılı yok edip gerçeği ortaya çıkarmalıdır (The Rod of Moses, s. 60, 73). Onun şiirinin bir tek temel hedefi vardır: Müslümanlara, gerek fert gerekse ümmet olarak kendi kişiliklerini geliştirip güçlerini yeniden kazanmalarını öğretmek (EI² [Fr.], III, 1084).


Editor : Haberpanelim
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
ÇOK OKUNAN HABERLER