Çok çok uzak ülkelerden birinde ihtiyar ve hasta bir padişah varmış. Çok uzun zaman beri hasta yatağında ölmeyi bekliyormuş.
O ihtiyar padişahın ayrıca çok büyük bir derdi varmış. Çocukları olmuyormuş. Eskiden padişahlar ölünce yerine oğullarından birisi geçermiş. Bu ihtiyar padişahın ölünce yerine geçecek kimsesi olmadığı için buna da çok üzülürmüş.
Bir gün ihtiyar padişah saraydaki tüm görevlileri ve yakınlarını yanı başına çağırmış, onlar toplandıktan sonra onlara şöyle demiş;
--Kıymetli vezirlerim, sevgili arkadaşlarım, saygıdeğer yakınlarım, beni çok iyi dinleyin. Biliyorsunuz uzun zamandan beri hastayım. Her kul gibi ben de öleceğim, ölümümün yaklaştığını hissediyorum. Düşündüm, taşındım, öldükten sonra benim yerime kimin geçeceğine karar verdim. Ben ölürsem cenazemi kaldırdıktan sonra, o günün sabahında kale kapısında bekleyin. Kale kapısından ilk defa şehre kim girerse onu padişah yapın, memleketi o idare etsin; demiş.
Çok geçmeden ihtiyar padişah ölmüş. Vezirler, saray görevlileri ve yakınları onu üzüntüyle defnetmişler. Onun vasiyeti üzerine sabah erkenden şehrin kapısına yığılıp, şehre ilk defa kim girecek, acaba kim padişah olacak diye merakla beklemeye başlamışlar.
Güneş doğmaya, horozlar ötmeye başlarken şehrin kapısından içeri üstü başı yırtık pırtık, elbisesinin birçok yeri yamalı birisi girmiş. Meğer bu adam günlerinin birçoğunu aç geçiren, üstüne giymeye elbise bulamayan zavallı fakir bir dilenci değil miymiş? Yetkililer hemencecik onu karşılamışlar. Onu önce hamama götürüp güzelce yıkamışlar. Güzel kokular sürüp, güzel elbiseler giydirmişler, başına padişah tacını koymuşlar. Adamcağız daha olanı biteni anlamadan kendini tahtın üzerinde bulmuş. Ona şehirlerin ve kalelerin anahtarlarını teslim etmişler. Hazinenin kapısını ardına kadar açmışlar.
Eski dilenci, yeni padişah bir zaman memleketi idare etmeye çalışmış. Fakat bir şey bilmediği için bazı yetkililer onu kabullenememişler, onun emirlerini dinlememişler. Bazı komutanlar ona isyan etmişler.
Bir dilencinin padişah olduğunu duyan, komşu ülkelerden bazıları da o ülkeyi işgal etmeye başlamışlar.
Yeni padişahın ordusundaki askerlerle komutanlar, yöneticilerle halk anlaşamadığı için memleketin huzuru bozulmuş. Ülke karma karışık olmuş. Eski dilenci bu duruma çok üzülüyormuş. Ne yapayım da şu ülkenin durumunu düzelteyim diye gece gündüz düşünüyor, sabahlara kadar uyuyamıyormuş.
O sırada dilencinin eski arkadaşlarından birisi çıkagelmiş. Arkadaşını tanımış. Eski fakir ve dilenci olan arkadaşının padişah olmasına hayret etmiş. Şaşkınlık içerisinde ona:
--Vay be eski arkadaşım, şu işe bak, ne idin, ne olmuşsun. Seni tebrik ediyorum.
Allah’a şükret şansın varmış. Dikeni olmayan gül gibi olmuşsun. Ayağındaki diken çıkar çıkmaz en yükseğe çıkmışsın. Unutma ki her darlığın sonunda bir ferahlık vardır.
Sadi Dede şiir tadında diyor ki:
“Çiçekler ve güller bazen açar, bazen solar. Açtığı zaman ne güzel, solduğu zaman ne kötü.
Ağaçlar bazen yapraklarını döker, bazen de yemyeşil ve çok güzel olurlar.
Tıpkı bizim gibi. İnsanlar bazen zengin olurlar, bazen de yoksul kalırlar.”
Yeni padişah eski arkadaşına şöyle demiş;
--Sakın beni tebrik etmeyin, sakın beni kutlamayın. Bana başsağlığı dileyin. Eskiden sadece karnımı doyurmak için uğraşırdım. Bir lokma ekmek bulunca nasıl mutlu olurdum. Şimdi öylemi ya? Kocaman memleketi idare etmeye uğraşıyorum. Hiç mutlu değilim. Çok mutsuzum arkadaşım çok. Ne yapacağımı bilemez haldeyim.