Gayrı Milli Muhalefet

Alper Duran
Alper Duran
Gayrı Milli Muhalefet
06-04-2020

Bilge insanların meseleleri farklı açılardan ele alıp, yaptıkları ilmi mülahazalar iyiye, daha iyiye ve en iyiye ulaşma gayretidir.  Kırmadan ve bir çuval inciri berbat etmeden saygı dairesinde oluşturulan fikir sofraları, gökler kadar yücedir. Zira müşavere aynı zamanda ilahi bir tavsiyedir. Müşavere sırasında yapılan değişik yaklaşımlar, şerre değil hayra hizmet eder. Etraflıca muhakeme imkânı verir. Ve dahi tüm toplumun fikri yapısı ele alınmış olur.  Ancak bunların hepsi edep ve hudut dairesinde terennüm edilirse sonuç verir.  Diğer türlü ikiye veya üçe ayrılmış kavgacı zümreler meydana gelir. Sonrasında bir arpa boyu yol alamadan, acıklı feryatlar kopar, düşmanlar sevinir ve olan devletin istikbaline olur.

Türk İslam geleneğinde devlet ve milleti ilgilendiren meseleler, toy ve meclisler marifetiyle görüşülür, bütün farklı fikirler dinlenir ve sonunda istişare ile karar alınırdı. Böylesine adil bir şekilde hareket edilmesine rağmen, yine de bazı muhalif anlayışlar ortaya çıkabilmekteydi. Ama bunlar lisan-ı münasip ve kemal-i edeble ifade edilirdi. Bu eşsiz gelenek önce Çin, sonra da Bizans entrikalarıyla ifrat edildi ve akabinde aşımıza her geçen gün kan karışmaya devam etti. Milletimizin dimağını zehirleyen bu fitne mikrobunu salgın haline getirenler ise, içimizdeki ahmaklar ile sütü bozuklar olmuştur.

Bizdeki muhalefet anlayışı, dışarının kışkırtması ve içerinin de oyuna gelmesiyle, kaygan bir zeminde yürümeye çalışmaktadır. Kâh farklı görüşlerin dillendirilmesi, kâh ihanet sarmalı şeklinde yıkıcı merhalede devam etmektedir. Bu düşüklüğün en acı tecrübesini de, Osmanlı´nın son dönemlerinde görmekteyiz. Devletin bürokrat, aydın ve gazetecilerinin hemen hepsi batıyla azami derecede hemhal olmuş ve onların sadık kulları haline gelmişti. Ağzı açık ayran delisine dönen bu serkeşler, aldıkları öğüt çerçevesinde; devlete yönelik sürekli kurtuluş reçeteleri sunmaktaydı. Görünüşte hayırlı bir çaba olan bu gayretler, filhakika hayranı olduğu ve uşaklığını yaptığı batının telakkilerine hizmet etmekteydi. Bugünün de önemli hastalığı olan sürekli akıl verme anlayışı, o vakitlerde de aynı şekilde sert ve acımasızca tekrarlanmaktaydı. Çünkü dışardan beslenen bu ezikler, sahibinin sesiyle yazmakta ve bu sayede görevlerini yerine getirmenin hazzını yaşamaktaydı. Düşmana karşı mıymıntı, Padişaha karşı kartal kesilen bu sümsükler, ifk hadisesi (iftira olayı) cazgırlarından daha beter cühelalık sergilemekteydi. Gâvur kancasını sinemize saplamıştı ve kurtarıcılarımız (!) doğruları ifade ettiğini zannederek gayri milli bir seviyesizliğin davasını güdüyordu. Devlet en çok bilimsel çalışmalara ve bunların getirisi olan teknolojik ilerlemeye muhtaçken, Avrupa´ya gidenler bırakın bilim adamı olmayı, garbın mankurtları halinde gazete, kitap ve görüşleriyle devlete sadece bilimselliğin lafazanlığını satıyordu. Batının ileri olduğundan dem vuruluyor, onlar gibi fen ve bilimde gelişmemiz gerektiği sıralanıyordu. Peki, bu bilimsel terakkiyi yapacak olan kişiler kimlerdi? Nasıl bir metot izlenerek bu yola girilmeliydi? Devletin bununla ilgili atacağı adımlarla alakalı hangi Yeni Osmanlıcı, Türkçü, İslamcı ya da İttihatçı şümullü bir rapor hazırlamıştı? Hariciyenin tazyiki ve değişimin papağanlığından başka, merhem niyetine ne gibi çareler hazırlandı? Bu sorular uzar gider, lakin cevapsız kalan yıllardır kanayan yaralarımızdır.

Evet, rehine edilmiş ananelerimiz bilmediğimiz avcıların oklarıyla kanamaktadır. Osmanlı´dan sonra, Hunlarla başlayan Türk tarihinin yegâne varisi olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurulduğu günden beri, içimizdeki Pontus Rum ve Bizans parçacıkları eliyle kaynayan kazan misali sürekli fokurdamaktadır. Tarih ve bakiyeye yapılan saldırılar neticesinde; Türk seciyesi zelzele diyarı gibi milli felakete maruz kalmaktadır. Haliyle benliğimizi hatırlatan ne varsa, her kutsala tesirli bir tahakkümle muhalefet edilmektedir. Bilinçli ve sürekli bir karşı çıkma ve karalama kampanyaları ile başımızı kaldırmamıza bir türlü müsaade edilmemektedir. Sağa baksak neden sol değil, sola baksak neden sağ değil, yukarı baksak neden aşağı değil, aşağı baksak neden yukarı değil diye sonu olmayan bir hırsla ferimiz kesilmektedir. Düşmanlık ve hatta ihanet boyutlarına ulaşan bu muhalif duruş, yıllardır milletimize ve memleketimize zerre miskal bir fayda sağlamadığı gibi, vatanperverleri de dırdır ve iftiralarla bezdirmiştir. Dün olduğu gibi bugünün de nankörlerini anlatan Necip Fazıl´ın ?bizdeki muhalefet, iktidarın düşmesi için vatanın düşmesine bile razıdır? sözü, asıl gayenin vatanı düşürmek, kılıfının ise demokrasi adı altında fikir özgürlüğü olduğunu gözler önüne sermektedir. Unutmayın ki, hangi alanda olursa olsun, bütün aşırı uçların altında yabancı misyonlar vardır. Bu misyonlar, her şeyde muhalefet edilecek bir şey vardır diyerek, ne yapılırsa yapılsın sonunda mızmızlanacak bir şey bulunmasını isteyip, olmayan bir şeyde, bir şeyin varlığını arayarak, varlığına inandıkları şeyi, olması gereken şey olarak beyinlerine işlemektedir. Zira sorumsuz muhalefet, varlığını üç ana unsur üzerinden devam ettirir. Birincisi, satılmışlık idraksizliği, ikincisi; bilgi yoksunluğu ve üçüncüsü ise bu kuraklığın sonucu olan tefekkür eksikliğidir.

Milletleri sıradanlıktan çıkarıp medeniyet eşiğine getiren en önemli husus, iyi ve kötü şartlar altında nasıl bir reaksiyon gösterdikleridir. Bir takım ağız ve tarz ayrılıkları olmakla birlikte, acılarını azaltma ve sevinçlerini paylaşma yetenekleri, o toplumun geleceğini belirler. Basit kıskançlıklar, fırsatın el değiştirme ihtimali, bizim lafımıza geldiniz gibi iblis dürtülerinin tesirinde kalanlar, kıtlık yılının ekini gibi mahsul vermez. Verse dahi o darıdan ekmek olmaz, olsa dahi insanın midesine çöker ve besin yerine cefaya sevkeder. Biz Ötüken´de de, Tebriz´de de, İstanbul´da da ve Ankara´da da hakikati her daim zikretmekle birlikte, davarlar gibi başımız yerde değil, aslanlar gibi birlik olarak bu günlere geldik. Sahte bestelerin teliflerini elinde tutanlar, şu memleketimize bir bukle serenat söylemediler. Antik Çağlardan, Orta Avrupa´dan, Latin Amerika´ndan ve Urusya´dan söz ettiler de, sırf düşmanlık ve kendilerine ezberletilen müfterilik felçlisi gibi, Bilge Kağan´dan, Kutadgu Bilig´den, İbn Haldun´dan, Ali Şîr Nevâî´den, Abdülhamit Han´dan şifa niyetine tek cümle kurmadılar. Marco Polo´yu ezberlettiler de, Evliya Çelebi´den bahsetmediler, Kristof Kolomb hakkında methiye düzdüler de, Piri Reis´i hatırlatmadılar. Din ve onun getirdiği mukaddesatlara hücum edenlerin meşrepleri, muhalefet şemsiyesine sığmadı, sığmıyor ve sığmayacak. Öyle yağma yok, kanımızı kadehlere doldurup, sonra besmele çekerek içmenize izin vermeyeceğiz.  

Bilinmelidir ki, tarihin fonetik akışı zaman zaman inkıtâya uğrasa da, Allah´a savaş açanlar değil, ona el açanlar Alemdar olacaktır.

ÖNCEKİ YAZILARI
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?