Allah rahmet eylesin. Şehadet eder miyiz? Ben, ederim evet. Milli Eğitim Bakanlığı dönemindeki icraatları ile Anavatan Partisi dönemindeki söylem ve siyaseti ve sonraki dönemlerde ülke için, millet için çırpınışlarına şahit olduk. Son dönemlerin bir cümlesi var ya moda oldu. Yerli ve milli mi diye? Hasan Celal Güzel´den bahsediyorum. Adam gibi adamdı. Yerli ve milliydi. Bu ülke için, bu vatan için çırpınıp duruyordu. Hani sesimi duyan yok mu, dercesine bir dönem çok çalıştı. Çok gayret etti. Hatta parti bile kurdu. Ama kısmet olmadı. Tıpkı, Muhsin Yazıcıoğlu gibi. Hayat bu. Biz seferle mükellefiz. Zafer Allah´ın demişti, bir konuşmasında rahmetli Yazıcıoğlu. Aynısı, tıpkısı Hasan Celal güzel için de oldu.
Hülasa o tertemiz insan, ülkesi için, devleti için hassasiyetleri hep ön planda tutan bu güzel insanın partisi başarılı olamadı. Ama gönüllerimize girmeyi başardı. 28 Şubat dönemindeki o net duruşu hala hafızalarımızdaki tazeliğini koruyor. İşte o güzel insan bir köşe yazısında ?Meğer ben ne enayiymişim!..? diye hakikaten ibretlik bir köşe yazısı yazmıştı. Bugünlerde sosyal medyada bolca dolanıyor bu köşe yazısı. Ben de o yazıyı noktasına, virgülüne dokunmadan sizlerle paylaşıyorum. Bu güzel insanın niyetini, düşüncesini topluma bir kez de biz anlatalım istiyorum. Bugünkü idarecilerimiz de makam, mevkii ayrımı gözetmeksizin söylüyorum bunu. Bu güzel insandan bu satırları okurken ders alsınlar istiyorum. Bu yükün ağır ve sorumluluk gerektiren bir yük olduğunu, vebal olduğunu, taşıyamayacak olanların geri durmasını istiyorum. Yetersiz ve fiyakalı insanların her yere zıplamaları, her yere talip olmaları son yılların hastalığı oldu. Onlar belki Hasan Celal´in bu yazısını okur da kendilerine çeki düzen veririler?
-Sayın Milletvekillerine ithaf olunur- Efendim, artık 68 yaşında, su katılmamış bir avanak, hakikî bir budala ve gayrikabil-i ıslah bir ´enayi´ olduğumu itiraf ediyorum. Bana küçük yaşımdan itibaren ´beytülmal´ın mukaddesliğini öğretmişlerdi. Hiç kimse ´Devlet malı deniz, yemeyen domuz´ dememişti.
Bütün ömrüm tâbir-i âmiyanesiyle ´eşşek gibi´ çalışmakla geçti. Çalışma hayatımda tek gün dahi izin kullanmadım. Bir gece bile doyasıya uyuyamadım. Kimileri bana ´uykusuz müsteşar´ adını takıp uçup kaçtığımı söylerdi ama ´Ne akılsız adam yahu!´ şeklindeki fısıltılar, her gün yüzlerce telefon konuşmasıyla çınlayan kulaklarıma kadar gelirdi.
Üzerinde ´T.C. Hükümeti´ yazan kurşun kalemleri, silgileri ve kâğıtları, sadece resmî hizmetlerde, âdeta okşar gibi incitmemeye çalışarak kullanırdım. Çocuklarım devlet malına ellerini dahi süremezlerdi. Plakaları kırmızı ve siyah renkli resmî arabalara bir defa dahi binmediler. Yüzlerine bakmaya kıyamadığım Mustafam ve Elifim, bir saat daha az uyuyup belediye otobüsleri ve okul servisleriyle okula gittikleri esnada, bendeniz müsteşarlık ve bakanlık yapıyordum. Bırakınız eşime araba tahsis etmeyi, evde devletin personelini çalıştırmayı; idarecilik ve siyaset hayatımda lojmanda oturmadım. Koruma görevlisi de kullanmadım. Arabamın önünde ve arkasında fiyakalı ****lar hiç bulunmadı.
Meğer ben ne enayiymişim!...
***
Yaptığım enayiliklerin haddi hesabı yoktur... Meselâ, bendeniz milletvekiliyken -birkaç zarurî toplantı dışında- Meclis lokantasında yemek yemezdim. Zira, burada çalışanlar kamu personeliydi ve çok ucuz olan yemekler milletin kesesinden sübvanse ediliyordu. Sonra, çok beğendiğim halde, aynı gerekçelerle TBMM Sigarası da içmedim. Ceplerim şıkır şıkır metal jetonlarla dolu olarak dolaşır, özel görüşmelerimi kulisteki ankesörlü telefonlarla yapardım. O zaman ´beleş´ cep telefonlarımız da yoktu.
Hiçbir hediyeyi kabul etmez; ya reddeder veya demirbaşa kaydettirerek devlete intikal ettirirdim. Yıllarca üst yöneticilik, müsteşarlık, bakanlık yaptım; hâlen evimde bu dönemlere ait -bronz plaketler dışındatek bir hatıra eşya göremezsiniz.
Benim anladığım mânâda siyasete ´Zengin girilir, fakir çıkılır´. Biz enayiler, devlet hizmetini ve siyaseti böyle anlıyoruz. Siyasî hayatımda önüme çıkan yüzlerce fırsatı teperek mal mülk edinmedim. Bilâkis, ANAP´taki Genel Başkanlık mücadelesinde, Bond çantalarda getirilen paraları reddederek, eşimin SSK kredisiyle aldığı Oran´daki daireyi; YDP´nin kuruluşunda da babamdan kalan Malatya´daki ev ile dedemden kalan Gaziantep´teki evin bana düşen hisselerini harcadım.
Bu arada, eşimin uzmanlığıyla ve alınteriyle hak ettiği ´Vakıflar Genel Müdürü´ olarak tayin kararnamesini, nasıl engellediğimi de unutmayayım.
Sadece bununla kalsa neyse... ANAP döneminde, şiddetle muhalefetime rağmen çıkarılan ´kıyak emekliliği´ reddedip tek maaşa devam ettim. Bu haksız uygulama hâlen devam ediyor. Başbakanlık Müsteşarı´yken, milletvekili maaşlarının buna göre ayarlanmasını gerekçe göstererek kendim için sözleşme yapmadım ve üç yıl müddetle emrimdeki daire başkanlarından bile daha az maaş aldım.
Meğer ben ne enayiymişim!...
***
Şimdi 70´ine merdiven dayadım. Hâlâ kirada oturuyorum. Kendime ait tek mülküm kitaplarım... Yani, sizin anlayacağınız, gerçek anlamda ´Dikili ağacım dahi yok´. Hizmet hayatım boyunca, muhatabımın bıyık altından gülerek dinlediği, ´Bu fukara millete ben bu masrafı hiç yaptırır mıyım?´ lâfım vardı.
Sevgili okuyucularım, bu yazdıklarımı okuyup da sakın bütün bunlardan pişmanlık duyduğumu sanmayınız. Enayilik öylesine içime işlemiş ki geriye dönmek mümkün olabilse gene aynısını yapardım.
Beni bütün ´enayiliğime´ rağmen kimseye muhtaç etmeyen Yüce Allahıma hamd ediyorum.