Şimdi kendi kendimize sorarak düşünelim ki, biz neyiz, neyin-nesiyiz? Nerden gelmişiz, nereye gidiyoruz? Bu dünya dediğimiz nedir? Bu yerler, bu gökler, bütün gördüğümüz şeyler nasıl olmuştur. Nasıl bu kılığa girmiştir? Bunların bir yapanı, yaratanı var mıdır? Yoksa kendi başına böyle olup gidiyorlar mı?
İnsan nasıl olurda düşünmez, bunu herkes düşünür, bu herkesin aklına gelir; gelir ama çok kimseler aklına gelen bu suallere, sorgulara karşı "neme lazım" deyip hemen başka şey düşünmeğe başlayıverir. İşte kendini düşündürmek budur,. Buda insanın elinde bir şeydir. İnsan göz ile neye bakarsa onu gördüğü gibi, zihnine de neyi koyarsa onu düşünüyor.
İşte biz şimdi kendimizi, bütün gördüklerimizi düşünüyoruz; Nasıl olduk, ne olacağız diye kendimizi düşündürüyoruz; “Bütün bu dünyayı bir yapan, yaratan var mıdır, yok mudur? Diye kendi kendimize soruyoruz. Eğer biz bunu anamıza, babamıza, komşumuza, hocamıza sorarsak "Seni de, beni de, bütün cihanı da yaratan Allah’tır!" cevabını alırız, bu cevap da "Amenna" deriz. İnanırız ama karşımıza biri çıksa da hâşâ "öyle değildir" dese, bu dünya kendi kendine olmuştur diyecek olsa biz ne yapacağız? "Eh öyle olsun" mu diyeceğiz, yoksa o adamın gırtlağına mı sarılacağız?
Hayır, hayır ne öyle diyeceğiz, ne de öyle yapacağız! Biz böyle bir şey olmadan yahut aklımıza böyle bir şey gelmeden evvel düşünüp taşınıp cevabını kendi kendimize vereceğiz. Peki, bu cevabı nasıl bulalım, nasıl verelim? İşte bu cevabı bulmak için ilk önce ben size bir şey soracağım, şu içinde bulunduğumuz cami nedir, nasıl yapılmıştır diyeceğim.
Bunun cevabı kolay değil mi? Vaktiyle buraya namaz kılmak için bir cami yapmak lazım gelmiş; Ustalar, Rençperler gelip temel kurmuşlar, duvar örmüşler, pencere açmışlar, kapı yapmışlar. Sıvamışlar, boyamışlar, sonra da ezan vermek için bir minare yapmışlar ve sözün kısası her şeyi yerli yerince yapıp çatıp bu kılığa koymuşlar, olmuş bir cami.
Şimdi bu böyle iken karşınıza biri çıksa da şöyle dese:
“Hayır-hayır! Bu cami öyle ustaların rençperlerin yapması etmesi ile olmamıştır. Bunlar kendi kendine rastgele böyle oluvermiştir! Vakti ile burada çok yağmurlar yağmış, seller bir takım taş toprak getirmiş yığmış; sonra yağmurlar, rüzgârlar gire çıka o taş toprak yığıntısını delik deşik etmiş bu pencereler, bu kapılar, hep ondan olmuş. Yağmurdan, yağıştan çamur olan topraklar güneşin sıcağını görünce hep kurumuş, kiremit olmuş, nasılsa binanın üstünde öyle kalakalmış. Bu tavanlar, bu tabanlar da öyle hesapla, kitapla yapılmamış. Hep o sellerin getirdiği taşlar, topraklar arasında ağaçlarda varmış; işte o ağaçlar kışın ıslanmış, yazın kurumuş, öyle böyle derken çatlamış, patlamış ince-ince, dilim-dilim ayrılmış. Bir takımı altta kalmış taban olmuş, bir takımı da üstte kalmış tavan olmuş, bir takım taşlar, topraklar da nasılsa öyle üst üste kalarak minare olmuş. Bu pencerelerdeki camlar, şu tavana asılı kandiller rastgele olu vermiştir. Sellerin getirdiği toprak arasındaki madenler sıcaktan erimiş, kılıktan kılığa gire-gire böyle cam olmuş, kandil olmuş, çıkmış meydana. Yoksa onları ne öyle fabrikalar yapmış ne de camcılar takmış, bütün bunlar hep kendi kendine, körü körüne olu vermiştir.”
Şimdi size karşı söz temsili bir böyle diyen olsa ne dersiniz? Bu adamın dediğine inanır mısınız? Elbette inanmazsınız, hiç inanılacak şey midir ki bu cami kendi kendine olu versin?
Bu her taşı yonularak, şavullanarak konmuş duvarlar, bu her tahtası biçilerek, rendelenerek mıhlanmış döşemeler, tavanlar; bu her tarafı hesapla kitapla açılmış kapılar, pencereler; sonra bu camide bulunan kandiller, lambalar, camlar, çerçeveler, kilitler, menteşeler nasıl olur da yelin, selin atması ile bu hale gelir? Bu ince-ince işler nasıl olur da rastgele böylece kurulur düzülür? Hiç bu olacak, inanılacak şey midir? Küçücük çocuklar bile akıl ederler ki bunların mutlaka bir yapanı edeni olacaktır. Olmazsa olmaz; Elbet akıl böyle der, böyle cevap verir.
Şimdi bu camii bırakıp birde şu dünya’yı ele alalım! Kırları, bayırları, dağları taşları, dereleri denizleri bir gözden geçirelim! Günleri güneşleri, ayları yıldızları, karları yağmurları, rüzgârları bulutları, bir daha güzelce seyredelim! Otları ormanları, kurtları kuşları, ekinleri yemişleri, hayvanları insanları, çolukları, çocukları hep ilk defa görüşüyormuşuz gibi gözden geçirelim, bakın neler görürüz.
Sabah olur, güneş doğar, ortalık aydınlanır, herkes işine gücene gider, kurtlar kuşlar bile rızkını aramaya başlar. Akşam olur gün batar, ortalığa karanlık basar, kurt kuş yuvasına çekilir, herkes rahatına bakar. Ay doğar, yıldızlar çıkar, rüzgârlar eser, dünya bir zaman böyle kalır. Sonra seher başlar, şafak atar, sabah olur, akşam olur; günler geçer, her gün dünya başka bir kılığa girer.
Gün olur bulutlar yığılır, bardaklardan boşanırcasına yağmurlar yağar. Yahut gök gürler, şimşek çakar, yıldırımlar düşer. Kış gelir, karlar yağar, buzlar tutar, ortalık beyazlara bürünür. Güneşler açılınca karlar yavaş-yavaş erir, sular sine-sine dağların bağrına geçer, haznelerde toplanır. Sonra havalar düzelir, baharlar açmaya, ortalık ısınmaya başlar; Ekinler biter, ağaçlar çiçeklenir, otlar ormanlar yaşarır, dereler donanıp yeşillenir. Kuşlar ötüşür, kelebekler uçuşur, rüzgârlar eser, ırmaklar akar; Değirmenler döner, hayvanlar yavrular. Ekinler toplanır, harmanlar savrulur, aylar günler, yazlar kışlar birbirini kovalar. Böyle-böyle devirler döner, zamanlar geçer.
Şimdi acaba bütün bu döküp saydığım şeyler nasıl olmuş, nasıl kurulmuş bunları böyle kim yapmış, kim yaktırmış? Bir yaradan var mıdır, yoksa bunlar kendi kendine mi olmuştur? Bunu bir güzelce düşünün!
Bakın demin anladık, kestirip attık ki, şu cami, şu minare kendi kendine olmamıştır, mutlaka bir yapanı, çatanı vardır. İşte tıpkı buna inandığımız gibi dünyanın da kendi kendine olmadığına inanacağız, eni boyu meydanda olan bir cami, bir bina bile kendi kendine olmazsa bu koca dünya, o yerler gökler, o sabahlar akşamlar, o seherler şafaklar, mehtaplar; O güzelim şeyler hiç rastgele olur mu? O türlü-türlü, acayip-acayip hayvanlar; O akıl fikir sahibi sevimli-sevimli insanlar; o nur damlası gibi çocuklar; O canım güller, bülbüller, yaseminler sümbüller; O rengine kokusuna doyum olmaz bin bir çeşit çiçekler; Bütün bu ince-ince şeyler hiç kendi kendine olur mu? Hiç körü körüne rastgele meydana gelir mi? Bunu akıl nasıl kabul eder? Elbette bunların bir yapanı, yaratanı olacak!
Şu cami için “mutlaka bir yapan olacaktır diyen akıl elbette bu dünya içinde böyle der, bu cevabı verir! İşte biz hem aklımızın yardımı ile biliyoruz, buluyoruz, hem de Peygamber efendimizin güzelce bildirilmesi ile inanıp iman ediyoruz ki bu dünya’yı böylece yapıp yaratan Allah’tır. Yaratanımızın daha birçok isimleri vardır. Lakin biz Türkler; söz arasında en çok “Allah-ü Teâlâ Hazretleri” yahut “ Hak Teâlâ Hazretleri” deriz. Allah anıldıkça da “Celle şanü-hu” diye hürmet eyleriz.