Varlık âleminin içinde bildiğimiz ve daha bize ayan olmayan nice sırlar mevcuttur. Bu sırların hepsi, insanın cevherinde mündemiçtir. Haliyle her insan, bir dünyadır ve dahi kâinattır. Binâenaleyh kendini bilen insanın yüceliği tarif edilemezken; gaflet uykularında debelenenler ise, aşağılığa müstahak görülmüştür. Kendini bilmenin ana unsurlarından biri ise, yaradana karşı duyulan zarif terbiyedir. Bu sebeple, utanma duygusu, edebin temeli kabul edilmiştir.
Edep öyle bir hazinedir ki, insanın değeri bu endazeye göre belirlenir. Kendini bilen ve vicdani bir ummanın farkına varanlar, nedametin ve mahcubiyetin acısına düşmez. Lakin başka saiklerin tazyikinde kalanlar ise, sürekli bir istibdadın istilasına uğrar. Doğrunun bir olduğu yerde, onun yanlışlığını ispat etmek için bin yanlış doğru suretine girer. Her yanlış, kendinin doğru olduğunu iddia eder ve sahte hüccetini sergiler. Netice itibariyle bin bir doğru ortalıkta gezerken, insanın aklı karışır ve zihni bulanır. Acı olan son ise, bu hengâme içerisinde herkes kendine bir doğruluk putu edinir. İşte tamda burada, başvurulan ana kaynağın sağlamlığına göre, her beşer kendi baharına cemre düşürür yahut zemherisine fırtınalar koparır.
Bazıları değil yaşamayı, ölmeyi bile beceremez. Dengenin ve makul kalabilmenin ne denli bir hazine olduğunu anlayamaz. Başkalarının eğilimlerine göre şekil alanlar, şahsiyetli bir edep sahibi olamaz. Netice itibariyle, kat´i bir ayrılığa sürüklenir. ?Sürüden ayrılanı kurt yer? misali, bugün İslam toplumu, özünden uzaklaşmış olması sebebiyle, muvazenesi bozulmuş ve rikkati zedelenmiştir. Bilfarz, hissetmediğini hissettirmek, duymadığını duyurmak, yapmadığını yaptırmak, yaşamadığını yaşatmak ve inanmadığını inandırmanın acaipliği peşindedir. Bundan dolayı kendi öz nefsinin sarhoşluğu içinde, vicdanından ar etmek yerine, başka isnatlara meftun olmuştur. Hâlbuki asıl gaye vicdan medeniyetini özümsemek ve onun sulbünden geldiğine dair güzel emareler sergilemektedir. Zira maksat, hakikatten ilham aldığı müddetçe, şanlı bir son ile taçlanır.
Muhakeme, hataların tekerrürüne mani olan mühim bir keyfiyettir. Gerek inancımız ve gerekse milli harsımız, biddefaat ilan etmiştir ki, başkalarının niyetlerini memnun ederek değil, ancak ve ancak akletmek suretiyle hikmete râm olabiliriz. Hikmet ehli ise, başkalarının ne diyeceğinden ve nasıl tepki vereceğinden çok, vicdanın yolunda yürümeyi yeğler. Hüda´nın, baştanbaşa zarif ve kibarca var ettiği eşyanın künhüne varmayı amaç edinir. Bu süreçte ürkek davranmaz, bilakis huşu ve gayret ile çabalar. Çünkü fıtrata tebliğ edilen vazife ve ebediyete kadar cari olan görevler, yerine getirilmediği müddetçe, hayat mecrasından uzaklaşıp insicamını kaybedeceğini bilir. Onun için vaveyla çığlıklarına itibar ve teveccüh etmez. Sadece sonsuz hükümlerin kaidelerine dikkat kesilir. Şiir gibi, sanat gibi?
Dar-ı fani, bizlere yetinip müstağni olmak yerine, açgözlü tamahkârlığı özendirmektedir. Bu çarpıklık sebebiyle, meylettiğimiz makamlar da, değişmektedir. ?Başkaları ne der? şeklinde toplumumuzda dillendirilen bu aciz ahval, vicdan ile tezat bir durum teşkil etmektedir. Aslında bu manzara, hafife alınmaması gereken bir bataklıktır. Gerek inancımızın kaideleri ve gerekse anane ve kültür teamülleri yerine, etrafımızdaki kişilerin yalan yanlış varsayımları veya suizanlarına göre şekil almak, ciddi bir ferdi ve toplumsal krizdir. Unutulmasın ki, feyz ve ilhamı nerde alacağımızı bilmediğimiz zaman, insanlığımız büyük bir hışıma ve kıyıma uğrar. Bugün yaşadığımız, daralmanın ve krizlerin sebebi de bu olsa gerek. Evlerimiz, eşyalarımız ve kıyafetlerimiz bile başkalarının oluşturduğu dalgalara göre şekillenmektedir.
Hayatın merkezine yerleştirilen ne ise, yaşamın adımları o minval üzerine hareket eder. ?Dervişin fikri ne ise, zikri de odur? cihetinden bir durum hâsıl olunca, Bilge dedem derdi ki, ?zehir içen şerbet kusmaz?. Haliyle başkalarının söz ve davranışlarına sürekli laf yetiştirme aymazlığında olanlar, kendi fiillerinin de birileri tarafından ayıplanma ihtimalini düşünür. Bu tehlikeli vaziyet, toplumumuzun hemen her kesiminde kendini göstermektedir. Meselenin köküne bakmayı terk ettiğimiz günden beri, gönül kapıları hücrelere tıkılmıştır. Hâlbuki bize nefes aldıracak eşikler, içimizdeki saklı bahçelerdedir. Başkalarının bostanlarına imrendik imreneli, sarhoşlar gibi kendimizden geçtik. O günden beri kendi hayatımızı değil, başkalarının hayatını yaşamaya başladık. Demem o ki, ahenk ve nizamın dengesi düşünce, sadece el ne der düşüncesine yaptığımız köleliğimiz terazilerde tartılmaya başladı. Toplumların değerlerine saygı duymak ve ona göre hareket etmenin kutsal derinliği başka şey, ellerin gündelik kurgularına göre şekil almak başka şeydir.
Hasılıkelam, millet olarak, özümüzü besleyen ve ötelerden gelen çağrışımların sesine kulak vermeliyiz. Bize başkalarının meyilleri, fedaileri ve faraziyeleri değil, Tuğrul Bey ile Murat Hüdavendigar´ın cesareti, Fahreddin er-Râzî ile İbn-i Sina´nın ilmi ve İstiklal Harbi´nin direnişi lazım. Zira el ne der diye diye, ellerin maskarası olduk.Hâlbukibu aziz toplum, silik tarihlerin dolgu malzemesi değil, asaletin ruhunu üfleyen bir maharete sahiptir.