Sonsuzluk âlem içinde zerre-i miskal hacmimizle bazen kendimizi ve bulunduğumuz konumu gereğinden fazla abartıyoruz. Dünyanın ve şartların bize göre şekillendiğini, arzın en önemli objesinin bizim kaygılarımız ve beklentilerimiz olduğu düşüncesi, maalesef şu yaşanılması her gün zorlaşan dünyada biraz daha kargaşayı artırmaktan öteye geçmiyor.
Bu hastalık hali ben merkezli bir hayatın oluşmasına ve etraftaki her şeyin ben merkezli hayatın taleplerine ve hayallerine göre şekillenmesi gerektiğine kadar uzanıyor. Bu beklentiler karşılanmadığı zaman insanlar agresifleşebiliyor, hayattan kopabiliyor, acımasız tenkitlere ve bazen de isyanlara kadar uzanıp gidebiliyor.
Çünkü modern hayat hep ben merkezli bir model üzerinde çalışıyor. Buna göre şer cephesi tarafından kitaplar yazılıyor, sinema filmleri çekiliyor ve yüksek maliyetli programlar icra ediliyor. Cüzi iradesi olan insanoğlunun her şeye kadir olabileceği safsatası insanların beynine yavaş yavaş işlenip, kendi kurdukları düzenin piyonları haline getirilen vicdan, ahlak ve halisane niyetler bu çarkın içerisinde un ufak ediliyor. Bu sistem, kişilere şatafatlı sözlerle yaklaşıyor ve içindeki sınırsız gücü ortaya çıkarabilirsen her şeyi başarabilirsin gibi yaratılış gerçeğine aykırı bir uyutma safahatı başlatılmış oluyor. Bunu başaramazsan asla pes etmeyeceksin ve sürekli içindeki o gücü ortaya çıkarıp istediğin her şeyi elde etme ve istediğin her şeye muvaffak olma talebini hep diri tutman gerekiyor denilmek suretiyle; bir ömür uyutma safahatı maalesef devam ettiriliyor. Şu yaşadığımız çağda dünyanın nimetlerine, mevkilerine ve çekiciliğine bigâne kalmak istemeyen milyonlarca ve hatta milyarlarca dünyaperest, bu oltanın tuzağına takılıyor ve sonuçta bugün ki Müslüman ve insanlık manzarası ortaya çıkıyor. Çünkü herkes kendi kişisel hattını, içinde bulunduğu kurum ve kuruluş hattını, toplum, cemaat ve cemiyet hattını müdafaa etme gayretinde olduğu için doğal olarak tertip edilmiş olan tuzaklara düşüyor ve bu tuzakların altında debelenip duruyor.
Yaygara fırtınası hakikatin önüne geçtiği vakit, her durumun kendine göre bir savunma mekanizması ve haklılık manifestosu ilan ediliyor. Kişilerin makamca yahut paraca büyümesi, sendikalar daha fazla taraftar toplayıp yetkili hale gelmesi, cemaatlerin ve tarikatların her yerde müntesip ve müridana sahip olması ve partilerin üyelerinin çoğalıp iktidara koşması normal şartlarda talep edilmesinde bir beis yoktur. Lakin şu dengesi bozulmuş dünyanın kuralları içerisinde adilane bir gayret sarf edilmemektedir. Makamca yükselmek isteniyorsa gözünü kestirdiği yerde bulunan kişiyi karalamak gerekiyor. Kendi istidadı, gayreti ve çalışması ile bu işin olmayacağına maalesef Allah´a inanıyor gibi inanılıyor. Taraftar toplamak için diğer sendikayı tenkit etmek farzı ayın niteliğinde görülüyor. Daha fazla müntesip ve müridan toplamak için şeyhinin uçtuğunu göstermek olmazsa olmaz hale geliyor. Milleti memleketi refaha kavuşturacak yegâne parti bizim partimizdir denilerek, bunun dışında bütün partiler yokluk, yoksulluk, sıkıntı ve heder olma vesilesi gösteriliyor. Bunun gibi her alanda daha yüzlerce örnekler var. Hâlbuki Allah´ın gönderdiği hiçbir kitapta büyümek ve yükselmek karşının üzerine basmak suretiyle emredilmemiştir. Yalnız benim iyi olmam yetmez ikimizin de iyi olması gerekir anlayışı ile ancak bir yere varılabilir. İlahi kelam yalnızca hatt-ı müdafaa etmeyi yasaklamış ve müminler ancak kardeştir demiştir.
İşte böylesine kapsayıcı bir tespit yapıldığı halde, bakış açılarına göre kişileri gruplara ayırmak, kategorize edip belli yerlere konumlandırmak ve daha sonra onların her birine kendi küçük beyinlilerin yaptığı gibi fikri alt yapısı olmayan ve hakikatle uyuşmayan manalar vermek, sath-ı müdafaa edilmesi icap eden kardeşliğimize saplanan bir mızrak gibidir.
Bizim lügatımızda ben yerine biz şuuru emredilmiştir. Önce ben, sonra benim sendikam, benim vakfım, benim cemaatim, benim partim ve benim kavmim demek suretiyle hattı müdafaa edenler; kardeşliğe ebrehenin ordusu gibi saldıranlarla eşdeğerdir. İnsanlar ne zaman kendilerini bulundukları yer ile özdeşleştirdikleri vakit, işte o zaman bütünün bir parçası olmak yerine küçükte olsa müstakil bir parça olmayı tercih ediyorlar. Daha sonra ise bütüne alternatif ve yegâne oluşum hissiyatı ve fikriyatı zuhur ediyor. İşte tefrikanın ilk adımı ise bu tuzağa düşmekten geçiyor.
Hâlbuki bizim emrolunduğumuz hakikatler, kardeşlik hukuku dairesinde cereyan eden ve çağlara meydan okuyan numunelerdir. Büyük bir azametle ve şiddetle söylüyorum ki, kardeşinin kalbini kırdığı müddetçe yere batsın Sendikalar, yere batsın partiler, yere batsın kavimler ve yere batsın o içi boş söylemlerle dolu davalar ve idealler. Zira kardeşlik hukukunu bozan hiç bir fikriyat ve oluşum hüdayı nizâmın mevzusuna muhatap olamaz.
Güçlü olmanın en önemli şartının kardeşlik hukukuna sahip olmaktan ve sahip çıkmaktan geçtiğini bilmek ve buna göre hareket etmek gerekir. Aksi halde halimiz arap saçı olmaya devam eder. Bir araya gelmemiz için o kadar çok sebep varken bizi ayrıştıran hususlara ölümüne sarılmanın bir anlamı yoktur. Zaferin ne zaman geleceği yahut gelip gelmeyeceğine bakmadan ne pahasına olursa olsun kardeşliğimizin yeniden ve güçlü bir şekilde tesisi için mücadele etmeliyiz. Zira dağılmışlığımızın tedavisi kardeşlik Sancağı´na sahip çıkmaktan geçmektedir.
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?