Kalıplar, gök kubbeyi daraltıp küçük bir vadiye dönüştüren enfüsi engellerdir. Kimi zaman kurallara, kimi zamanda geleneklere müstenit ortaya çıkar. Özgürlüğü meçhul bir surette aldatıp, rıhtımda bekleyen gemilere yükler. Ardından el sallar, lakin geri gelmesini arzulamaz. Zira kalıplar, hürriyetin seciyesini nişan alıp, kanatlarındaki tülekleri yolar. Kalıplar, tefekkürün dehlizlerinde yola revan olan bediiyatımızı tahrip eder. Tenkit nazarımızı zayıflatır ve tarafsız bir endam sergilemek yerine, boyun eğemiz için gizli baskılar uygular. Hâlbuki bizim medeniyetimiz, mütemadiyen dik duruşu tavsiye etmiştir. Kalbin muhtelif köşelerine engin ve saf telakkilerin yıldızlarını resmetmiştir. Binaenaleyh, bu fotoğrafın sakinleri, iç kanama geçirmiş bir vücutta konaklayamaz. İşte çelişkimizde burada başlamaktadır.
Acıları geçmeden duyarsızlaşabilen yeni tip insan modeli, bozkır kültüründen modern ışıklara göz kırpabilmektedir. Sadece canı yanan inilemez. Elem, her varlığın köşe taşıdır. Meyveyi kurt, yiğidi gam, binayı nem çürütürken, ilmi terakkiyi de, kalıplar sıkboğaz eder. Kesif hissiyatlı bir sanatkârın yolunu kırk haramiler gibi keserek, onu soyup soğana çeviren ve umudunu nemrut misali ateşlere mancınıklayan kalıp taassubu, bazen bir çuval inciri zakkum ağacına dönüştürmektedir. Süslü başlangıçların tekâmül edecek tahayyülünü, acemi kasap misali yerli yersiz yaralayıp durmaktadır. Dün şiirin husule gelmesi için, bir yığın kalıp döktürenler, bugün kabına sığmayan serbestlik anlayışını ayakta alkışlamaktadır. Zamanın zamanı mı geçti, yoksa usturuplu söz mü tükendi? Kalıplar mı esnedi, yoksa yenilikler şahikalara mı erişti? Kim bilir belki de, insanoğlu insanlıktan çıkmayı bir ihsan saydı. Sayıların ölçüsünü kaybedip, yalavuz bir cesede dönüşmeyi tercih etti. Bunca şeyin değişmesine rağmen, yine de bazı zincirleri kıramadı.
Biliriz ki, hakkı kutsal hale getiren, hakikatin özü ile birlikte, batılın kendisidir. Bizimde meşru dairede fikrimizi sağlam kılan, paslı fikriyatın yersiz prangalarıdır. Cesaretimize nam salan düşmanın korkuları da, bu kabildendir. Eskilerin ?her şey zıddıyla kaimdir? sözü, ne denli köklü bir manayı ihtiva etmektedir. Yoksa yüce dağların başında kış eksik olmasaydı, şairler kardelen ruhuna şiir yazamaz ve yazarlar cemrenin muştusuna hikâyeler neşredemezdi. Haliyle bir aşamadan sonra, kalıpların ve barikatların da, hayatın olağan bir gerçeği olduğunu kabul etmekteyiz, fakat gözlerimizi puslandıran sis perdeleri her yanı kaplamaktadır. Bu dumanlı havanın kaynağı, kalem erbaplarının zapt olunmaz hezeyanları ve heyelanlarıdır. Kimi kasıtlı kimi de bilmeden uçurumlara kalemşorluk yapmaktadır. Gafil bir ziraatçının anız yakarken börtü böceğin celladı olduğunu bilmemesi, ona masumiyet libasını giydirmez. Çünkü tutsak vakitlere hapsolmuş sevgililerin hasreti, bir edebiyat mevzusu olsa da, onları kavuşturmak bir insanlık meselesidir. Hikmetin yanlış anlaşıldığı her yazı, zehir zemberek halelerini, hakikatin boynuna kement niyetine geçirir. Ahh, kuşluktan önce sabahın olduğunu bir kalıp sanan zümre yüzünden üstümüze ihtiyarlık çöktü. Düşüncelerin takozlandığını fehmetmemek, Yunus´un diliyle göğ ekini biçmek demektir. Her sıraya diziliş, huzur-u ilahiye yönelmez. Bu nedenledir ki, kiralık katiller mescitlerde değil, kabristanda saf tutar. Kalıpları kaidelere dayandırıp suyu bulandıranların her bir cümlesi, ihtilal kokulu kelimelerden müteşekkildir. Kimi özneden, kimi nesneden, kimi de yüklemden soyutlanmış kelaynak sürüsüne benzemektedir. Gökyüzünde uçan her kuşa karga niyetiyle bakanlar, tüm mevsimleri takvimlerden silerek herkesi üvey bir dünyaya mahkûm etmektedir.
Kalıplar, daha soft bir hayatı armağan edebilir. Daha az hatayla yol aldırabilir. Fakat düşmeden hikmete ram olunur mu? İşte burası meçhul. Belki de acziyete muhatap olmak, olgunluk için bulunmaz bir fırsattır. İdam olmamak için kalıplara sıkışanlardan daha çok, gerçeği haykırıp idam edilenler özgürdür. Özellikle belirtelim ki, kalıpların dışına çıkmak bir anarşi hareketi değildir. Zira kargaşayı kuralsızlık tetikler. Bizim direncimiz ise, müstakil bir haritaya sabitlenmektir. Düsturlara sadakat yaraşırken, kalıplara isyan gereklidir. Çünkü kalıplar hamdır ve insanın o zarif fıtratını zedeler. Bir zemheri akşamında paltosuz yürümekten bahsetmiyorum, sadece birilerinin istediği renkte ve biçimde ki, paltonun dayatılmasına itiraz ediyorum. Dörtnala koşan aklımızın gemlenmesine karşı çıkıyorum ve formatlanmaktan münezzeh bir hayatın da, mümkün olduğuna inanıyorum.
Kalıplar, çoğu kez insicamlı sözcükleri peltek bir hatibin diline deruhte eder. Azmin pınarlarını tek bir musluğa bağlayarak, kaynakların ataletine ve sonunda hitamına sebebiyet verir. Kırk sayısına ulaşmanın tek bir formülü üzerinde durmak, matematik ilminin kapsamına muhalefet değilde nedir? Biliriz ki peygamber (sav) kırka gelene kadar yetimliğin mateminden, hasretin alevinden, emanetin müdafaasından, şefkatin tebessümünden ve dahi ihanetin cenderesinden geçmiştir. Bir yaşından başlamış ve sadece ardışık bir şekilde gitmemiştir. Kimi zaman çarpmış, kimi zaman bölmüş, gün gelmiş çıkarmış ve nihayetinde toplayarak kırkına ulaşmıştır.
Anlıyoruz ki, fikri hür olanlar, kalıpların hazin zincirine bağlanamaz. Ve dünya, bu nadide dimağların çehresinde halas bulacaktır.