Hayati İnanç üstat ne güzel ifade ediyor;
"Hani Leyla'sı için Mecnun çölleri aşıyor, hani Şirin'i için Ferhat dağları deliyordu ya, şimdi ise; Tuğçe için, Berk kontör yüklüyor" diye...
Ne acı değil mi?
Kadın ve erkeğin bu derece ufalanması ne acı!
Büyük ruhlu olan sadece çölleri aşan Mecnunlar, dağları delen Ferhatlar değildi...
Leylalar, Şirinler, Zühreler... de büyük ruhlu idiler.
Kanlarımıza henüz, "Batıl Batı'nın" damarlarımıza zerk ettiği hiçbir zehir bulaşmamıştı.
Erkek "Erkek" gibiydi, Kadın da "Kadın" gibi.
Birbirini tamamlayan bu iki cinsin arasına, henüz fitne sokamamışlardı…
Mecnun "Nefsinin peşinde koşan tazı" olmayı bilmiyor, Leyla da feminizm diye diye yıkıp, devirmiyordu.
İstanbul ise belki o vakitler; Erkeğin erkek, kadının da kadın gibi olduğu bir saadet yurduydu.
Kimsenin aklına; Frenklerin yazdığı sözleşmelerle, kadın ve erkeği yeniden tanımlamak gelmiyordu.
Erkek için, her kadın Mehlika Sultan hükmünde, erkek ise güvenli bir liman, kadının sırtını dayadığı bir dağ mesabesindeydi.
O vakitlerde, Mecnun’un Leyla'sı için çölleri aşması, Ferhat'ın dağları delmesi çok da şaşılası değildi.
Zira onların yaptığını yapacak yüz binlerce daha Mecnun ve Ferhat vardı geride.
Çünkü; Leylalar, Şirinler, Ayşeler, Fatmalar... Uğruna ne yapılsalar, az olacak kadar kıymetliydiler.
Şimdi Berk, Tuğçe için kontör yüklüyorsa; büyük bir şey! Yapıyor demektir.
Zira;
Hiçbir erkeğin, hiçbir kadın için kılını bile kıpırdatmayacağı günlere doğru, hızla sürükleniyoruz...