Müverrihin görüşlerini tetkik ettiğimizde, tarihin genel anlamda tanımı şu şekilde yapılmaktadır: ?Geçmişte yaşamış insan topluluklarının birbirleriyle olan ilişkilerini, savaş ve barışlarını, kültürlerini, medeniyetlerini, sosyo-ekonomik yapılarını belgelere dayanarak, yer ve zaman göstererek, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen ve objektif olarak açıklayan bilime tarih denir.? Yani özellikle mazide cereyan eden vakıaların üzerinde durulduğu değerlendirmektedir. El hak doğrudur, tarih geçmişi anlatabilir, lakin asıl geleceği planlar. İstikbal daima mazinin bir yansımasıdır. Binâenaleyh, tarihin mahiyetinden ve manzarasından fevkalâde istifade etmek için, hakikatin müptelası olmak gerekir.
Gerek geçmiş yıllar ve gerekse günümüzde, gençlerimize tarihi bir şuur vermek maksadıyla, maarif teşkilatımız tarafından tertip edilen dersler ve kitaplar üzerinde ziyadesiyle durmamız lazımdır. Meseleleri ayrıntısıyla analiz edip, yeni neslimizin bilinç pınarlarını berraklaştırmamız icap eder. Bugün eksiklikleri tamamlamazsak, tarih niyetine okutulan olaylar çöplüğünün, geleceğimize bir katkısı olmayacaktır. Tarihin hangi usuller dairesinde neşredileceği bir teknik meseledir. Haliyle Herodotos´un hikâyeci yöntemi, Thukydides´in öğretici anlayışı ve Ranke´nin araştırmacı nazarı, bir usul meselesidir. Son asırda, daha fazla sosyal bilim disiplini ve toplumsal tarih anlayışı gelişmiş olsa bile, eski ve soyut genellemeler, olaylar ve kişiler üzerinden yürütülen bakış açısı, maalesef devam etmektedir. Bugün tarih kitaplarımızın içeriği; savaşlar, anlaşmalar, toprak kazanılması veya kaybedilmesi, isyanlar ve onların getirdiği değişiklikler ile kralların taht mücadelesi ve kurulan devletlerin yıkılışı ve yeni devletlerin kuruluşundan ibarettir. Bu mevcut halin gereksizliğinden değil, yetersizliğinden şikâyet etmekteyiz. Türk tarihini, Asya Hunlarının Çinlilerle yaptığı savaşla başlatıp, İstiklal Harbi ile bitiren ve sürekli muharebe, isyan ve taht kavgalarından bahseden bakış açısının, yeterli bir idrak ve geleceği planlayacak niteliği yoktur. Zaten bu nedenle kısır döngü içerisinde debelenip durmaktayız. Hâlbuki cemiyetlerin ilerlemesi veya dağılmasında dönemin genel durumu, fiziki ve coğrafi mevcudiyeti, iktisadi ve siyasi gücü, dini, ilmi ve sanatsal vaziyeti de, ele alınması gerekir.
Mevcut tarih kitapları incelendiğinde, milletimizin edebiyat, lisan ve medeniyet algısıyla alakalı araya serpiştirilmiş birkaç cümle haricinde, ihtiyaca cevap verecek mikyasta bir değerlendirme yoktur. Bazı bölümler ise, tahayyül ve menkıbelerle süslenmiş durumdadır. Hâlbuki tarih muharrirleri, hâdiseleri şe´niyet dairesinde îzah edecek bir intizamla değerlendirmesi icap eder. İşimize gelmeyeni görmeyip, işimize yarayanı da doğruymuş gibi kabul etmek, hakikati maktul etmektir. Doğruluğu müphemlikle sarmalanmış vesikalar ve hikâyeleri ballandıra ballandıra konu edinmek; geçmişin hatırasına da, ilme de saygısızlıktır. Bir nevi yalanı yaşanmış hale getirmektir. Bugün gerek ortaokul gerekse lise talebelerinin tarihten anladıkları; birkaç şahsiyetin ismi, savaş adları ve isyanlardan ibarettir. Estetik telakkisi, ilim usulü, toplumun kutsal saydığı amiller, sosyolojik teşekkül, hadiselerin çok yönlü sebepleri ve sonuçları, maalesef yeterince zikredilmemektedir. Nihayetinde genç dimağlar, milletin terakkisinden uzakta kaldıkları için, istikbali planlamada ve kendilerini izah etmede, zorluk çekmektedir. Bir malumatın fehmedilmesi için, ona etki eden faktörlerin genel hatlarıyla bilinmesi gerekir. Çünkü hadiseler hakkında alelade edilen bilgilerin, delillerle donatılmış ilimle bir bağlantısı yoktur. Bu tip çalışmalar, enfüsi bir mülahazadan öteye gitmez ve geleceğin kurgulanmasına da, zerre-i miskal fayda sağlamaz.
Her insan kendi dünyasında doğar ve olayları kendi nazarıyla değerlendirir. Bu tabiatın değişmez kaidesidir. Zira herkes yaşadıkları veya tarih diye okuduklarından çıkarım elde eder. İnsanın değerlendirmeleri, umumiyetle ânı ve maziyi konu alır. Gelecekle ilgili pek değerlendirme yapmaz. Ancak önümüzdeki her olay, öncekilerden münezzeh bir şekilde vuku bulmaz. Bundan dolayıdır ki, mazi istikbalin temelidir. Hiçbir gelecek maziden ayrı bir şekilde icra etmez. Toplumlar, kendini ikbalde nasıl görmek istiyorsa, geçmişinden beslendiği nispette şekillenecektir. Yani genç nesil, ya mevcut durumu daha da berbat hale getirecek, ya da ıslah edip temiz bir istikbalin sistematik kodlarını kurgulayacaktır. Temiz ve estetik bir medeniyet oluşturmanın temeli ise bizim elimizdedir. Bu durumda kendimize soracağımız şu sorular önem arz etmektedir. Müsvedde mi kalacağız, yoksa orijinal nüshalar gibi taksim ve tasnif olunarak yeni bir devir mi vücuda getireceğiz? Hatlarımızı inşa ederken ınkıtaya mı uğrayacağız, yoksa istikbalimizi basiret yoluyla muhallet mi kılacağız? Bilinmelidir ki, gençlerimize tarihlerini siyasi, iktisadi, ictimai, fikri, milli ve ilmi bir abide içerisinde safha safha öğrettiğimiz zaman yol almaya başlamış olacağız.
Bugün teknolojinin bu seviyede geliştiği, her evraka kolayca ulaşılabildiği, saha araştırmaları yapabilmek için imkânların arttığı bir dönemde, müverrihlerin vesikalar dairesindeki mütalaaları sarih ve kapsamlı olmalıdır. Gençlerimizin her alandaki bilgi, görgü ve ufkunu genişletecek şekilde kaleme alınmalıdır. İlmi mahiyeti görmezden gelmeden, bir fikri ispatlama gayesine girişmeden ve münakaşaları cevaplama anlayışına bulaşmadan hareket edilmelidir. Tarihi şahsiyetleri zamandan münezzeh bir şekilde anlatmak yerine; temsil ettiği misyondan, manevi ahlak tahliline, bulunduğu muhitin, şeraitin ve zümrenin analizine kadar, şümullü bir nazarla tetkik edilmelidir. Ancak o zaman, kâmil bir eser ve çalışma vücuda gelecektir. Ancak o zaman, gençlerimizin belli noktalar dışında hareket etmesine vesile olunacaktır. Ancak o zaman, ilmi bir metotla istikbalimiz tespit, tayin ve tasvir edilecektir. Tarih, âtîdeki hayat membalarımıza can veren bir mecradır. Bu cihetle, ahmakların elinde tekerrür etmesini mani kılıp, asillerin fikrinde verimli bir mahsule dönüşmesine vesile olmalıyız. Zihnimizi kirleten değil, ufkumuzu temizleyen mukaddes bir tasavvur ile hem zarfa, hem de (özellikle) mazrufa ehemmiyet vermeliyiz.