
Şadiye ÖZTÜRK
"Asrı Gurbet Harap Etmiş Köyümü"
Rahmetli teyzemin okuryazarlığı yoktu. Çetinkaya'nın üç beş hanelik ücra bir mezrasında ikamet ederlerdi. Bahar aylarıyla bilikte mezraya gider, çeşit çeşit meyveler yetiştirdikleri bahçelerinde çalışır, kışın ise nahiye merkezine dönerlerdi. Altı - yedi çocuk, tarla, bağ, bahçe ve ev işleriyle sıkıntılı ve zor bir hayat geçirmişti.
Küçüktüm; fazla bir şey bilmiyor ve anlamıyordum ama teyzemin o iş yoğunluğunun ve yorgunluğunun arasında çalışırken ya da yorgunluktan bezmiş haliyle bazen kendi kendine bazen yanındakilere konuşulan konularla alakalı söylediği birkaç dörtlükten oluşan dizeleri çok dinlemiştim. Teyzemin söylediği o dizeler nedense çok hoşuma giderdi. Orada bulunan diğer büyükler, bir şeyler daha söylemesini isteyince, sanki bu teklifi bekliyormuşçasına art arda yeni dizeler söylemeyi sürdürürdü. Sonunda bir ahh! çekip içindeki yangını söndürürcesine susar; gözleri dalar, bazen de nemlenirdi. Daha sonraki yıllarda benden birkaç yaş büyük olan oğlu, bir defter yaprağına yazılmış yirmi - yirmi beş kıtalık destan ile ara sıra bize gelirdi. Afyon Sokak'ta ki matbaalara götürür, o destanın baskısını yaptırarak çoğaltırdık. Adaşım olan teyzemin oğlu, destanı akşam içli bir türkü namesiyle bizim evde söylerdi. Hepimiz pürdikkat dinlerdik; genellikle hem destanın sözleriyle hem de teyze oğlunun içli bir şekilde ağıta benzer söyleşiyle efkarlanır, hüzünlenirdik.
Destanın hikayesini de anlatırdı bize teyzemin oğlu, çocuk sayılacak o ruh haliyle… O destanlara konu olan olayalar ise bir trafik kazası olurdu genellikle, ya da komşu köylerin birinde meydana gelen bir aile faciası, doğum üzerine ölen genç bir gelinin ahvali, köyünü terk edip memleketine dönmeyen birinin acıklı hikayesi gibi hüzünlü, insanları yaralayan olaylardı.
Ulaşım, o zamanlar çoğunlukla trenle yapılırdı. Teyzemin oğlu da matbaada bastırdığı o destanları nahiyesine götürürken, trende hem içli sesiyle okur hem de satarak giderdi. Sonra da yakın istasyonlar arasında gidip gelerek destanları satar bitirirdi.
Sadece teyzemin oğlu değil, sokak aralarında hem söyleyerek hem de bir A4 kağıt boyutundaki üçüncü hamur kağıda bastırılmış destanları, türküleri satan ve okuyanları hatırlıyorum. Destancının sesini duyanlar pencerelerini açar, ya da kapı önüne çıkar, bir müddet dinledikten sonra bozuk paralarından birkaç kuruş vererek destanı satın alırlardı, daha sonra ise çocuklara okutur okutur dinlerlerdi. Biz çocuklar ise destan okuyan aşığın peşine takılır, bir müddet onlara eşlik ederdik; söyledikleri kimi mısraları kendi aramızda tekrar etmeye çalışırdık.
Ve zaman akıp gidiyor. Şehrin sokaklarında ne destan satan var şimdi ne de türkü okuyan…
Evet, dünya değişti, imkanlar arttı ve teknoloji ilerledi. Artık üçüncü hamur A4 kağıda bastırılmış destanları sokak aralarında yanık seslerle okuyarak satmanın hiçbir manası yok. İnsanlar artık, televizyondan, mp3'lerden, cep telefonlarından ve internet ortamından istedikleri sanatçıdan istedikleri parçaları kaliteli şekilde dinleyebiliyorlar. Bugün kaldırımlarda yürüyenler, toplu taşım araçlarında bulunanlar, parkta, bahçede ya da herhangi bir yerde oturanlar, kulaklarına taktıkları aletler sayesinde müzikle her an beraber yaşıyorlar. Öyle ki yanında ki bir insanın ona söylediği sözü dahi neredeyse duymuyorlar…
Müzik farklı kulvarlarda ve farklı şekillerde özellikle de gençlik arasında yoğun şekilde yaşıyor, yaşanıyor şimdi.
Yaşayan müzik ise, ne destanımız ne de türkümüz... Anadolunun ücra bir köyünde harfleri dahi bilmeyen bir Anadolu kadının yüreğinden sözlerine dökülen ve ruh derinliğinin bu coğrafyayla buluştuğu söz değil, müzik ise hiç değil... Dünyanın bilmem neresinde, bilmem hangi lisanın bu iklimle uyuşmayan, bu topraklarda derin yansıması olmayan popüler kültür hegamonyasının sürüklediği bir dalga... Ve o dalgaya kapılıp savrulan gencecik insanlarımız... Bu coğrafyanın acısı, bu iklimin hüznü, bu toprakların sevinci değil, medya gücünün top 10 listesinin başına yerleştirdiği çılgın egoya kapılarak başkalarından geri kalmamak ve onu dinleyebilmiş olmakla kendini yüceltebilecek bir algı yanılması sadece... Popüler müziğin ne sözü kendi ruh dünyamız ne de sözleri… Popüler olanı dinlemekle paye kazandığımızı sanıyoruz sadece...
Oysa türkülerimiz, bu toprakların sesiydi. Bizimdi. Bize aitti. Bizim yaşadığımız duygusal coğrafyamızın hassas rengini ifade ettiğimiz kültürümüzdü.
Anadolu topraklarında eskisi kadar türkü yakılmıyor artık... Türküye rağbette yok.
Yaşadığımız yeni hüzünlerimize, özlemlerimize, aşklarımıza ait yeni türkü yakanlar da yok, söyleyenlerde... Bir kaç halk ozanın seslendirdikleriyle yetiniyoruz ve bir de yıllardır bu topraklarda söylenen binlerce türkümüzü kimi ortamlarda dinlemekle...
Geçmişte bu topraklara türkü yakılır, türkü söylenirdi. Türkü, tarihimizin, hayatımızın kısacası insanımızın yüreğinde hissettiği, içinde büyüttüğü, özlemi, aşkı, hasreti, öfkesiydi. Tavrımızdı. Sadece kendisinin değil, içerisinde yaşadığı toplumun her hangi birinin her hangi bir derdi, o toplumda yaşayan her bir yürekte yansımasını dizelere dökülmüş şekliyle buluyordu, çoğalıyordu, yankılanıyordu. Dün iletişim yok denecek kadar azdı ama bu coğrafyada hep birlikte yaşanıyordu ve hep birlikte hüzünleniliyor ve birlikte efkarlanılıyordu. Bugün iletişim arttı, sınırlar aşıldı ama koca bir köye dönüşen bu dünya da artık insanlar yalnız kaldılar; tek başına yaşıyor, tek başına hüzünleniyor ve efkarlanıyorlar… Ne türküsünü yakacak birisi var, ne de ruhundaki duygulara ortak olacak, ses ve söz olacak birisi...
Bir zamanlar türkü bir ortak sesti, bu topluma ait...
Toplum var oldukça toplumunda sesi de var oluyordu, türküsü de ses oluyor ve söz oluyordu. Kültürümüzün en önemli unsurlarından biri olan türkülerimiz, toplumumuzun dinamik bir özelliği ve toplumsal hayatımızın ortak paylaşımı ve ifade tarzıydı.
İşte bu noktada durup baktığımızda, bugün bu coğrafyada yaşanan acısından tatlısına onlarca olayın her hangi birisine bir türkü yakılmıyorsa, toplumun can damarı ve dinamik özelliği yaşamıyor demektir. Farklı forumlarda farklı ritimlerle ses bulmaya çalışıyorsa, toplum dokusunu, rengini ve özelliğini kaybediyor demektir. Hele ki, içerisi boş, anlamı olmayan ve sadece popüler yaşam tarzının savurduğu günübirlik sözcüklerin egemenliğinde ya da yabancı bir lisanın onlara has duygu ve yaşayışının ablukası altındaysa, bu coğrafyanın türküsünün değil kültürünün de erozyona uğradığının resmidir bu…
Mehmet Özbek'in deyişiyle: 'Türkülerimizdeki sırları çözebilmek, o sıcak anlatımların tadına varabilmek, Türk dilinin anlatım gücündeki kudret ve zenginlikle ezginin oluşturduğu ahengi birlikte hissetmek, türkülerimizi derinlemesine anlamak ve kavramak için şarttır.' Haliyle türkülerimiz toplumsal hayatımızdı aslında, birliğimizdi, beraberliğimizdi. İçtendi, anlamlıydı. Başka bir ülkenin değil bizim lisanımızdı. Bizimdi. Ülkemizin önemli şairlerinden biri olan Bedri Rahmi Eyüpoğlu bir şiirinde 'Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım' diyor.
Teyzem gibi kayda geçmeyen, yaşadığı köyde ve çevrede kalanların dışında 850'yi aşkın halk ozanın yetiştiği bu toprakların güçlü seslerinden Ali Kızıltuğ'un bir türküsünde dediği gibi türkülerimizin kaybolmasıyla birlikte köylerimiz, şehirlerimizde harap oldu gitti...
'Asrı gurbet harap etmiş köyümü
Bülbül gitmiş baykuş konmuş gel hele
Ben ağayım ben paşayım diyenler
Kapıları kitlemişler gel hele'
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.