
Şadiye ÖZTÜRK
Şehirler "yaşamak" için inşa edilemez mi
Şehirler büyüdükçe, gökyüzü daralmaktadır'.
Aliya İzzetbegoviç
Yaşadığımız şehrin yıllar önce çekilmiş fotoğrafları hangimizin ilgisini çekmez ki
Doğup büyüdüğümüz şehre ait bir fotoğraf karelerini gördüğümüzde, içimizde yoğunlaşan hüzün karışık duygularla onlara bakarız hemen. O fotoğraflara dalarak kendi geçmişimize döner, hatıralarımızın acı tatlı anlarında buruk bir özlemle hemhal oluruz.
Bugünlerde bir kitap çalışması vesilesiyle, Sivas'ımızın eski fotoğraflarına sürekli baktığım, incelediğim bir dönemi yaşamaktayım.
Sanırım her birimiz için durum aynıdır. Eski fotoğraflara bakarken bir yandan hatıralarımıza dalar bir taraftan da şehrimizin önceki durumuna ait yorumlar yapar, şehrin dün ile bugününü mukayese ederiz. Değişimi ve değişimin getirdiği yıkımları ve yeni yapımları görürürüz. Bazen kaybettiğimiz binalara, manzaralara üzülür, bazen yenilenen ve gelişen şehrin manzarasına bakar, nereden nereye geldiğimizle övünürüz.
Herkesin bakışı ve değerlendirişi daha doğrusu bu değişime anlam verişi çok doğaldır ki farklıdır. Öyle de olmalıdır.
Ben de o fotoğraflara bakarken 'şehirler ne amaçla inşa edilir ' sorusuna takılıp kaldım bir müddet. Bir tarafta eski fotoğraflardaki şehir, diğer tarafta içerisinde yaşamakta olduğumuz şehrin bugünü…
Görünen o ki çok ciddi bir değişim ve dönüşüm olmaktadır.
İnsanın yaşama alanının daraltıldığı bir şehre doğru hızla akışı; ağacın, toprağın ve suyun betonla yer değiştirdiğini görünce; tedirgin oldum, hayıflandım ve üzüldüm.
Sivas, dünden bugüne ciddi manada kalabalıklaşmış, yeni ve yüksek binalarla büyümüş. Şehir, o günlerin toprak damlı, çamurlu yollarından kurtarmış. Bugün edindiğimiz yeni anlayışla yoksulluğundan sıyrılmış. İmkanlar artmış. Gelişmiş. Ve nihayetinde günümüz dünyasının birbirine benzeyen beton ve çok katlı binalarının yer aldığı bir kente dönüşmüş...
Sivas Kalesi'nden medreseler ve Hükûmet binasına doğru çekilmiş fotoğraflara bakın, ya da Gökmedrese'ye doğru... Veya Kepenek Caddesini bölen Ethembey Parkı tarafından gelip Atatürk Caddesine doğru uzanan ve Kepenek Caddesi'ni ortadan bölen ırmağın her iki cephesine bakın... İmaret mahallesi'ne, Bezirci'ye, Akdeğirmen'e, Nalbantlarbaşı'na ait fotoğraflara bir göz atın... Tarihi anıt eserler, medreseler, camiler, türbeler ve kamu binaları bir tarafa, şehrin ahalisinin hayatını idame ettirdiği sıradan mahallelere ve evlere döndürün gözlerinizi...
İrili ufaklı, iki üç katlı, büyüklü küçüklü Sivas evlerine, yan yana dizilmiş Sivas konaklarına şahit olacaksınız. Ve tüm bu evlerin küçük veya büyük bahçelerinin olduğunu göreceksiniz. Ve istisnasız tüm bahçelerde yükselen ağaçlar şehri adeta bir yeşil alana dönüştürmüş... Ki bu ağaçların birçoğu meyve ağacıdır. Şehrin sert kışına, dayanılmaz soğuğuna rağmen iklime uygun meyve ağaçlarının bulunduğu fotoğraflardır bunlar…
Şimdi bunların neredeyse hiç birisi yok... Tahribattan son anda kurtarılmış ve restore edilmiş bir kaç konağın dışında bu şehrin sivil mimarisine örnek teşkil edecek ne bir mahalle ne de bir yaşam alanı kalmamış durumda. Yanlış anlaşılmasın, şehir eski konak ve evleriyle, mahallesiyle aynen kalsın diye bir düşüncemiz ve tahayyülümüz söz konusu değil... Değil ama şehrin baştanbaşa betonlaşan, yükselen ve iç içe giren, üst üste binen bu yeni yapılaşmasına da gönlümüz razı değil...
Razı değil, çünkü çok sevdiğim bir söz, meramımı anlatmaya tercüman olacaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar der ki: 'Bizler maziyi aramıyoruz. Mazide var olup da kaybettiğimiz ve yerine koyamadığımızı arıyoruz.'
Her taraf bina. Her taraf araba. Sokaklar işgal altında adeta…
Yürüyemiyoruz.
Başımızı ne tarafa çevirsek estetikten mahrum soğuk yüzlü aynı binalar, aynı tornadan çıkmış pencereler, daracık ve camla kapatılmış balkonlar. Neredeyse hepsi güneşe ve toprağa kapalı adeta... Dünün ağaçlı, avlulu, ev ve konaklarının ve ırmakların şehrin içerisinden aktığı bir şehirle, bugünün çok katlı, bahçesiz, ağaçsız neredeyse park eden araçlar yüzünden sokaksız kaldığı, iki fotoğrafı yanyana koyduğumuzda, bu şehir kimi üzmez ki
Hangisi daha yaşanabilir bir şehir
Modern mimari anlayış içerisinde çağın teknolojik imkanlarıyla, bahçeli, daha az katlı, geniş sokak ve caddeleri olan, insanlara toprakla/zeminle daha kolay irtibat sağlayacağı, zenginiyle fakiriyle, alt tabakasıyla üst tabakasıyla aynı bölgede/mahallede ikamet edebileceği, insanların rahat hareket edebileceği bir mekansal planlama yapılamaz mıydı Dikeyine ve üst üste yığılan kibrit kutusunu andıran daireler yerine yatay olarak genişleyen, zeminle ve toprakla barışık, daha geniş alana sahip bir 'şehir anlayışı' hakim olamaz mıydı …
Asıl olan 'insan' değil midir Ve insanca yaşayacak mekanlar değil midir Şehirler insanların yaşaması ve insan odaklı bir medeniyetin varlığı için inşa edilemez mi
Her şeyin rant ve meblağla değer kazanmaya başlandığı günden beri şehirler yaşanabilir mekanlar olmaktan çıktı. Aidiyet ve mensubiyet hissetmemiz gereken doğup büyüdüğümüz insanî ve dostane ilişkiler kurup sosyal bir çevre / mahalle edindiğimiz mekanlar olmanın ötesine geçti. Şehir artık, sahip olduğumuz evlerimizle, sitelerimizle insan odaklılık ve insanca yaşamasının ötesinde ticari bir metaya dönüşüverdi. Onların rakamsal değeri, sahip olan kişiyi payelendirmeye ve yüceltmeye yönelen bir algıya dönüştü ne yazık ki…
Bu dönüşüm şehrin mekansal dokusunu değiştirirken, şehir - insan ilişkisinin karşılıklı etkileşiminden sosyal dokuyu da değiştirdi. Komşular arası sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın yerini bireyselleşme, komşusu aç yatarken tok yatamamanın yerini ise sadece kendisi için biriktirme aldı. Değil büyük ailelerin bir arada yaşaması, çekirdek ailelerde ki birkaç fert bile aynı dairenin içinde neredeyse tek başına yaşamaya başladı. Yalnızlaştı. İnsanî muhabbetler, sanal dünyalardaki takip ve beğeni sayılarıyla, buz üzerine yazılan yazılara dönüştü.
Ne yazık ki, şehir insanı, insan şehri kendinden ve birbirinden uzaklaştırıyor artık…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.