Türkiye’de belediyecilik, üniter devlet yapısının bir yansıması olarak merkezi hükümetin gölgesinde işleyen bir sistemdir. Fransa’dan esinlendiğimiz bu modeli, biraz da kendi şartlarımıza uydurmuşuz. Yerel yönetimler, halka en yakın birimler olarak yol yapımından çevre temizliğine, ulaşımdan kültürel hizmetlere kadar geniş bir görev yelpazesine sahip. Büyük şehirlerde ise belediye başkanları, metro projeleri (ne kadar başarılı oldukları meçhul) ve kent planlamasıyla öne çıkıyor. Ama ne kadar yetkili görünürlerse görünsünler, merkezi idarenin onayı olmadan ülke politikalarına yön veremezler. Şehirlerin kaderini çizebilirler, evet, ama ülkenin kaderine doğrudan talip olamazlar.

Son aylarda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tavırları, sanki bu sınırları unutmuş gibi. Ortadoğu’da sınırlar yeniden çizilirken, ülkemiz üst üste belalarla boğuşurken, o, üzerine vazife olmayan işlere kalkıştı. Mesela, uluslararası meselelere dair çıkışları ya da merkezi hükümetle gereksiz çekişmeleri, hem kendini zor duruma düşürdü hem de zaten kırılgan olan ülkemizi daha da zora soktu. Önce gözaltına alındı sonra cezaevine gönderildi. Ülkeyi yönetmeye talipken, belediyeden de oldu.

 Evet, AK Parti eski AK Parti değil; ama dünya da eski dünya değil. Büyük güçler otokratik bir anlayışla “önce biz” derken, merkezileşme her yerde hız kazandı. Türkiye de bu rüzgârdan payını aldı. 2002’de iktidara gelen AK Parti, siyasi yasakları kaldırma, demokratikleşme ve AB üyeliği vaatleriyle yola çıkmıştı. Peki, ne değişti Eski bir AK Partili siyasetçinin sözleri bu soruya cevap niteliğinde: “14 yıl boyunca sandık zaferine rağmen vesayetle, PKK’yla, FETÖ’yle, Gezicilerle, darbelerle çarpıştık. 2017’den sonra muktedir olduk. Ama dün bizi ayakta tutan çatışmacı siyaset, bugün toplumu kucaklamak yerine ayrıştırıcı bir algıya dönüştü.” Bu sözler, güç ve adalet arasındaki ince çizgiyi sorgulatıyor.

Kutsal metinlerde geçen, “Siz de bu halka zulmedip gidenlerin yerlerine oturdunuz” ifadesi, mazlumken zalimliğe savrulmama konusunda bir uyarı taşır aslında. Güç, intikam aracı değil, adaletin tesisi için bir emanettir. Şeyh Edebali’nin “Bize uysallık düşer” öğüdü de bunu hatırlatır. AK Parti, vesayete karşı savaşırken haklıydı belki; ama muktedir olunca aynı ruh, toplumu birleştiren değil, bölen bir gölgeye mi dönüştü Merkezileşme artarken, belediyeler bile halka hizmette değil, siyasi hesaplaşmalarda araç haline mi geldi Ölçü kaçtı mı İnsan sormadan edemiyor.

Osmanlı’da “kaht-ı rical” diye bir terim vardı; “adam kıtlığı” manasında, ama burada asıl kasıt, liyakatli, adil yönetici eksikliğidir. 17. yüzyıldan itibaren sadakat liyakatin önüne geçti, rüşvet yayıldı, çöküş hızlandı. Günümüzde de benzer bir tehlike var: Güçlü liderlik yetmez, ehil kadrolar da lazım. Eğer devlet “kaht-ı rical” yaşıyorsa, yani yetkin yöneticiler yoksa ne kamu düzeni işler ne de halkın güveni kalır. Ülkem adına üzülüyorum; belediye başkanlığını bile yürütemeyen birini tehdit görüp saf dışı bırakma çabalarını izledikçe, “Yok mu başka vatan evladı, mecbur muyuz bunlara ” diye sormadan edemiyorum. Güç ve adalet dengesi kaybolduğunda, belediye de gider, memleket de. Allah ülkemi her türlü bela ve afetten korusun.